Klasik bir yola başvurup konuyla ilgili bir anekdot aktarmak istiyorum.
Maykop’a Türkiye'den yerleşmiş bir Adığe, hastanede yatan bir tanıdığını ziyaret etmiş gece saat 23.00 gibi dolmuşla evine dönüyor. Alkole vurmuş birkaç Adığe genç dolmuşa biniyorlar.Ayakta duramama evresini çoktan geçmiş oturduğu yerde duramama evresine gelmiş bir o yana bir bu yana kaykılmaktadırlar.
Kisa bir süre sonra alçak basınç yağışa sebep olur misali dolmuştaki Rus yolculara :
-Siz Ruslar bizi mahvettiniz, Allah sizi kahretsin ! Biz de bunun hesabını birgün sizden soracağız!” vb sözler söyleyip küfretmeye başlıyorlar.
Belli ki toplumsal anlamda katlanamadıklarını bazı şeyleri içlerine atmışlardır. Dolmuşta, maskelerin terk edildiği, kayışın koptuğu, bilinçaltındakini ortaya çıkartan bir süreç yaşanmaktadır. Duyguların organizmaya, akla ihaneti ve hatta bundan zevk, rövanş almasıdır bu .
Kimi zaman insana sonradan pişman olacağı şeyler yaptıran bir haldir sarhoşluk. Belki de normal yaşamında karıncayı bile incitmeyecek bu gençler dolmuşun içindeki Ruslara vurmaya, her durakta birini aşağı atmaya başlıyorlar.Rus şoför korkuyor ve hiç sesini çıkarmadan yola devam ediyor .Tüm Rus yolcuları dövüp tek tek arabadan attıktan sonra sıra şöföre geliyor ve onu da dövüyorlar.
Olayı anlatan Türkiyeli Adığe:
- Beni de önce Rus sandılar ama kendi aralarında Adığece olarak` Bu biraz yaşlı, dövmeyelim` diyorlardı, diyor .
Franz Fanon’un ” Yeryüzünün Lanetlileri ”adlı anti emperyalist manifestosunda okuduğum cümleleri hatırlıyorum da şoyle diyordu :
” Sömürge insani, şiddet içinde ve onun aracılığıyla kendini özgürleştirir.” Yerlinin şiddetine yakıt sağlayan haksizlik, zamanla yeni yerleşimciye karşı şiddete yakıt olmaya dönüşmüştür.”
Şiddetin her türlüsünün kötü olduğunu düşünenlerdenim, gençlerin davranışını doğru da bulmuyorum ama Fanon’un ifadelerinin minibüste tanık olduğumuz şiddeti açıklayıcı bir yönü yok mudur? Ülkesi ve ruhu yıllarca saldırıya uğramış, örselenmiş kimliklerin, biz “lanetlenmiş yoksulların”zaman zaman dış dünyaya karşı yönelttiğimiz öfkeyi anlamak, ancak toplumsal vicdana, yani tarihe dönmekle mümkün olabilir.
Şiddete karşı olmak doğrudur ama hayatin buzlu sularında yüz yüze geldiğiniz hakikat bambaşkadır. Yüzlerce yıldır işgal, kan ile savaş genetik kodlarına işlenmiş ardından nufusunun çoğu sürülmüş , kökü kırılmış bir halkın insanından söz ediyoruz. Buna , Rus metropollerindeki ırkçılar tarafından son on yıldır “kara kafalı “etiketiyle horlanma, aşağılanma,dışlanmayı da ekleyin.
Adigeler Kafkasların en eski kavimlerinden olmasına, tarihin farklı dönemlerinde önemli savaşkan şahsiyetler yetiştirmesine ve ayrıca düşmanlarıyla mücadelede birçok kahramanlığa imzasını atmış olmasına rağmen dünyanın dört bir tarafına dağıtılmış ve kendi vatanında azınlık durumundadırlar.Abazalarla birlikte sürgünden en büyük zararı gören halktır.
Sürgünden sonraki kolonizasyon, boş arazilere yerleştirilen Adıgelerin sosyo- kültürel yaşamında erozyon yarattı. Özgürlük tutkularının öz topraklarında kısıtlanmasından doğan çaresizlik hissi geride kalan halkı yordu. Doğasında oluşmuş üstünlük duygusunu, kendine güveni zayıflattı, kültürünü çökertti, Yüzyılların birikimi olan tecrübeleri unutturulduğu gibi ulusal bilinci de sarsıldı.
Yine de bütün çıkmazlara rağmen pek çok toplumsal özellliğimizin, halk gelenek ve görenek kurallarının sovyet yasalarıyla korunması sayesinde Adıge olarak kalabildiler.
O nedenle Adığe gençlerinin isyanını ve o isyanın üzerinde yükselen hakikati dar şiddet karşıtı kampanyalara sıkıştırmak her şeyden önce vicdani değildir.
Yeryüzünün Lanetlileri kitabının önsözünü yazan Sartre’in sözleriyle söylersek“ O sorumsuz şiddetin sebepleri bize mükemmel bir şekilde gösteriyor. Bu böyle saçma bir fırtına değil ne vahşi içgüdülerin ortaya dökülüşü ne de sürüp giden bir kan davası; bu parçalanmış insanin bütünleşmesidir”
Parçalanmış insanın bütünleşmesi ve kişinin hayatındaki şiddetin eşiğini belirleyen şeyin adalet olduğu aşikar değil mi? Yüzbinlerce yıllık evrim sürecinde şiddetle kendini koruması gerektiği bilgisi genlerine programlanmış bünyelerimiz. Son yıllarda bunu iletişimle değiştirmeye çabalıyoruz ve çabalamalıyız. Bu süreçte iletişim, sonradan edinilmiş ve hızla gelişen bir yanımız olduğundan henüz kalıtımla taşınamıyor.
Gençlerin halinde de görüyoruz ki insan nasıl yaşarsa yaşasın ne yaparsa yapsın aslında geçmişinden kaçamıyor. Geçmişten kaçmak da gerekmiyor. Elbette kaçış kurtuluş değildir. Ne var ki durumumuz, bindiği trende,gidiş yönünün aksi istikametinde oturan ve tren camından dünyanın hep geride kalanına bakarak gözlemler yapmaya çalışan bir yolcuya da benzememelidir.
Gerek bireysel gerekse toplumsal olarak geçmişi unutmadan ve muhasebesini iyi yaparak hep ardımızda kalanlar üzerine fikir yürütmek yerine barışla kurulacak bir geleceğe yürümek gerekir.