Napoleon Fransa’sı 1798–1801 yılları arasında Doğu ticaret yollarında üstünlük elde etmek amacıyla Mısır’a asker çıkarttığında merkezi doğu için alarm zilleri de çalmaya başlamıştı. Üç yıl sürecek sefer boyunca, Cezzar Ahmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, İstanbul’dan gelen III.cü Selim in Nizam-ı Cedit askerlerinden oluşan takviye kuvvetlerine rağmen Akka Kalesi savunması dışında pek bir varlık gösteremedi. Lord Nelson komutasındaki İngiliz donanmasının, Osmanlı müttefiki olarak sahneye çıkıp, Nil savaşında Fransız donanmasını batırmasıyla, Fransız kara ordusu anavatanı ile olan lojistik bağlantısını kaybetti ve Osmanlı devleti de rahat bir nefes aldı.
Eğer böyle olmasaydı, İngiliz ve Fransızlar daha o tarihlerde aralarında anlaşabilseydi merkezi doğunun görünümü bugün olduğundan çok daha farklı olabilirdi. Zira adına ‘’doğu sorunu’’ denen ve genelde bütün bir doğunun, özelde ise Osmanlı topraklarının paylaşılma yöntemindeki rekabet içeren belirsizlikler bir yüzyıl kadar önce aşılmış olacaktı. Ve Osmanlı devleti, batılı ülkelerin kendisinin bu ‘’paylaşılamaz’’ olmaktan ötürü, varlığını devam ettirme iznine dayalı yüz yirmi yıllık dondurulmuş hali çok önceleri çözülerek Devleti Aliye’nin varlığı nihayete erecekti.
En sonunda I. dünya savaşında İngiliz ve Fransızlar, 1916 tarihli Sykes-Picot anlaşması ile Osmanlının taksimini gerçekleştirdi. Ve bu coğrafya batının çiziktirdiği ve halen jandarmalığını yaptığı harita ile yoluna devam etmektedir. Sykes-Picot’tan sonra en önemli anlaşma Mısır-İsrail barışının sağlandığı daha doğrusu İsrail’in meşruiyetinin tanındığı ve güvenliğinin garantilendiği 1979 tarihli Camp Davit anlaşmasıdır. Geçtiğimiz yılın Temmuz ayında Mısır da seçimle iktidara gelen meşru hükümeti askeri darbe ile yıkan gerici zihniyetin ardında itici güç olarak batının jandarma ruhu vardır.
Çünkü Arap Baharı ile birlikte, namert kalemlerin çizdiği fiziki haritaların hükümsüzlüğü haykırılmış, sınırlar aşılmış ve en önemlisi bölge halklarını birbirinden ayrı düşüren zihni engeller, tutumlar da kırılmıştı. İngilizlerin, Fransızlara benzer şekilde 1882 de Mısır’a el koymalarının ardından da Osmanlı hükümetleri duruma fazlaca bir tepki gösterememişlerdi. 1850’li yıllar itibariyle dünyanın yüzde sekseni batılı sömürgecilerin çanağında bir lokma derekesine düşürülürken, bu canhıraş mücadelede Afgan ya da Kafkas dağlarında kıyasıya direnen birkaç dağlı halktan başkası doğunun hesabına sahnede yoktu.
Merkezde oturanlar olarak, üç yüzyıldır ya batının hayaletleri yâda kuzeyin karabasanları ile mücadele etmekteyiz. Bu hengâmede ne dönüp bir an olsun kendimize bakabildik, ne güneye, ne de uzak doğuya. Varsa yoksa batı, o ortalar da gözükmüyorsa kuzey ufkunu taradı gözbebeklerimiz.
Hayatımızın her alanında aşina olduğumuz batılılaşma fikri Osmanlıda, 1826 tarihinde II.Mahmut ve Alemdar Mustafa Paşanın gayretleri neticesinde Yeniçeri ocağını ortadan kaldırması ile başlattı. Yenileşme hareketi ile 1839 tarihli Tanzimat fermanından beridir o hayalete benzemeye çalışmakta, olmazsa uzlaşmaya yanaşmakta ya da kapitülasyonlarla veya denge politikalarıyla ona yaranmaya uğraşmakta.
Modern batı hayaletinin iki kolu var; birisi Roma, diğeri kadim Yunan. İkisi de çok tanrılı, putperest ve yağmacı pagan. Kökleri beyaz ırkın üstünlüğü efsanesi ile yoğrulmuş istilacı, acımasız ve vahşi bir ruh hali. Roma köleliğin anavatanı, nüfus oranı bir hür insana karşılık kırk köle insan nispetinde.
Hakeza eski Yunan’da aynı. Hatta daha uç noktalarda geziniyor. Makedonyalı İskender’in meçhul doğuyu fetih arzusu, yirminci yüzyılın sonunda baba-oğul Bush’ların histerileri ile birebir örtüşüyor. Köklerini Roma-Yunan da arayan batı için doğuya düşmanlık birleştirici bir katalizör. Çünkü kendisini hayal sularında bir hakikat adası olarak gören esrarlı merkezi doğu bir zaman içinde yutuvermişti, batının övündüğü kaynaklarının ikisini de. Sonrası ortaçağdı karanlıklar ülkesiydi. Modern zamanlara göre ortaçağdaki karanlığın nedenlerinden en önemlisi bu.
Kendini hakikat olarak addeden merkezi doğunun güçlü kıskacı Avrupalıyı kıtasının uzak ucuna hapsettiğinde, batı için tek yol kalmıştı deniz yolu ile kaçmak ya da kendine yeni bir yol açmak. Bir ümit karanlık denizlere açıldı, sonu kestirilemeyen bir atılım hem yeni yerler keşfederek yerleşmek hem de hakiki doğudan uzaklaşarak masal doğuya ulaşmak. Hem ticaret hem ziyaret dedikleri türden uyanık bir tecessüsün adı tarihe ‘’coğrafi keşifler’’ olarak kaydedildi. Rönesans ve reform hareketi ile birlikte vücut buldukları halde coğrafi keşifler bu hareketin tekâmülüne derinden etki etmiştir.
Portekizli ve İspanyol okyanus fatihlerinin açtığı ticaret yollarını, ticari devrim ve kolonyalizm izledi. Bu ise batıda altın ve gümüş olarak büyük bir servetin birikmesini sağladı. Bunun neticesinde batılı insan, bilim, felsefe, araştırma ve geliştirmeye yöneltti kendisini. Mekanik bilimler ilerledi ve giderek sanayi devrimine ulaştı. Ondan önce aydınlanma felsefesi ve entelektüellerin babası filozoflar geldi. Aydınlanma insan hayatının düzenini kendi elleri ile bulmasını teşvik ve tembih ediyordu. Reform ve Rönesans adlı bu yol Fransız devrimine kadar sürecekti. Fikirdeki bu gelişmelere paralel olarak kuzey batı Avrupalının dinde reform dalgaları, Almanya da Luther Protestanizmi, Fransa da Calvin Puritanizmi adeta ekonomik bir erdemler silsilesi yarattı.
Buna göre tanrı katında makbul insan varlıklı insandı. Fakirlik, aşağılık ve aşılması gereken bir olguydu. Bu ilkeler kapitalizmin temelini teşkil etti. ‘’… Ticaret gelişir, burjuvazi toplum yapısına katılması gereken bir güç olur. Rahipler dini ideolojiyi yükselen sınıfın ihtiyaçlarına uydurmak isterler Reform da (Protestanlık ticaret kapitalizminin eseridir) kontr-Reform da (Cizvitler burjuvaları Protestan kilisesine kaptırmak istemezler, onlar sayesinde kredi mefhumu yerine faiz mefhumu geçer) onların eseri. Ama nasıl yorumlanırsa yorumlansın Hıristiyanlık burjuvaziyi tatmin edemezdi. İş hayatı bütünüyle din dışına aktarılmalıydı…’’ (J.Paul Sartre)
Ardından ticaret felsefesi merkantilizm büyüdü. Nihayetinde batılı insanın, dünyanın diğer kalan kısımlarını sömürüsü altına almak için emperyal dürtülerin kendince haklı gerekçelerinin üretilmesini meşrulaştırdı. Batılı insan coğrafi-ticari-mekanik ve sanayi-din ve düşünce-sanat üzerine yaptığı devrimleri, dünyanın geri kalanı üzerinde hegemonyasını kabul ettirmek için araçsallaştırdı. Özellikle bilim felsefesinden türetilen siyasi sonuçlar, istilanın meşruiyeti için kullanıldı. Darwin gibi bilginler ırkları yukarıdan aşağıya sınıflandırırken aynı zamanda batılı istila için haklılıklar da üretiyordu.
Karl Marks bile Hindistan’ı işgal eden İngilizleri, yarı vahşi Hintlileri eğittikleri için tebrike şayan buluyordu. Oysa özgür düşüncenin ilk başkentidir Hint ve yağmalanan değerleri batı düşüncesini beslemekteydi. Batı, doğuyu asla olduğu gibi görmek istemedi, entelektüellerin bilim felsefesinden türettiği değerler ile görmeyi seçti. Yani bildiğimiz oryantalizm dürtüsü ile.
Batının bizim için ucube bir hayalet olmasının nedeni bu oryantal bakış açısıdır. Oryantalizmi yaratan, entelektüeli besleyen de batının burjuvazisidir. Mesela ünlü İngiliz genç şairi Rupert Chawner Brooke. Gönüllü olarak I.dünya savaşına teğmen olarak kayıt olur. Önceleri çok sevilen bir hümanist şairdir. Fakat daha ilk askeri seferine hazırlanırken savaşı idealize eden şiirler yazar. Kime karşı bu savaş? Tabiî ki Osmanlının şahsında doğuya, doğu milletlerine karşı. Anladım ki diyor şairimiz;’’..Hayatımda bu kadar mutlu olmamıştım. Birden anladım ki hayatımın tek arzusu İstanbul’a karşı bir sefere katılmakmış. Oh Tanrım! İnanılmayacak kadar güzel bir şey bu! Kaderimizin bize bu kadar yardımcı olacağını tasavvur edemezdim. Demek Galata Kulesi 15’lik toplarımızın altında paramparça olacak! Demek Ayasofya’nın mozaiklerini, lokumları, halıları yağmalayacağım… ’’ Şairi bu olan batının, avamı nasıldır kim bilir?
Kaderde yazılansa bambaşka, genç emperyal teğmenimiz Çanakkale savaşına katılmak üzere gelirken bindiği gemide bir sivrisinek tarafından dudağından ısırıldığı için hastalanır ve Yunan adasına gömülür kalır. Yazık; Ne şehit ne gazi.
Köklerini Roma ve Yunan gibi iki ana mecrada arayıp bulan batı için modernizmin ana mahreci ise 1789 Fransız İhtilali ile akmaya başlar. Zira iki etmen de bugünkü batının, tahminen ikinci dünya savaşından sonra başlayan post-modernizmine kadar olan zihniyeti ve tıynetine şekil verendir. Birincisi ulus, ulus devlet ve vatandaşlık kavramları ile ikincisi burjuva sınıfının alenen yönetimde söz hakkı iddiası ile ortaya çıkmasıdır. Batının maddi zenginleşmesi kral ve soylular, kilise ve ruhban sınıfı ile halk kitlesinden (tiers etat) oluşan klasik toplumsal sınıflara bir yenisini daha ekledi. Halkın içinden yükselen Burjuvalar. Burjuva, köylü, işçi, ruhban gibi ya da soylu bir sınıfa mensup olmayıp, gücünü eğitiminden, işveren konumundan veya ticari zenginliğinden alan kentli kişi.
Burjuvazi bu kimselerin oluşturduğu sosyal sınıf. Marksist terminolojide kapitalist sistemin üretim araçlarına sahip olan ve emekçilerin artı değerine (üretim fazlasına) el koyan sınıf olarak adlandırılırlar. Beğensek de sevemesek de tarih denilen akışının başka türlü olamadığı için bu şekilde tecelli ettiği varsayımına sığınarak burjuvazinin, moderniteyi ve günümüz hayatımızı şekillendirdiği gerçeğinden kaçamayız. Aynı şekilde Marksizim de Kapitalizmin zıddı değil bir çeşit uzantısı, madalyonun öteki yüzü. Tarihin ya da zamanın doğrusal bir akış olduğu da modernizmin bir kabulü. Klasik fiziğin ya da ondan türetilen zamanla yanlış çıkan pek çok kabulden birisi.
Burjuvazi, köylü ve baldırı çıplaklarla birlikte (küçük zanaatkârlar) yaptığı devrim ile Fransa gibi Katolikliğin beşiği olan bir ülkede iki yıl Hıristiyanlığı bile yasakladı. Kadın özgürlüklerini öne çıkardı veya belki onu da metalaştırdı. Aydınlanma için dini yenmesi lazımdı ve yendi, başlıca ilham-ı sihamları, düşünce özgürlüğü ve cinsel özgürlüktü. Bir başla şekli ile karşı devrimden korkan küçük burjuvalar yani jakobenler kendi kurallarını tepeden inmeci olarak dayatmak için ‘’regime de terör’’ denen nizamı kurdular.
İki yıl boyunca binlerce insanın kaderini ayaküstü mahkemelerde idamla neticelendirdiler. Aristokratların mülkleri yağmalanırken soylu başları da giyotine doğru uzatıldı. Kral XVI Louis ve Kraliçe Maria Antoinette bunların en önemlileri arasındaydı. ‘’…Üçüncü sınıfın arasından yükselen burjuva için hür düşünce lüks değil hayati bir ihtiyaçtı. Ortaçağın dar yapısı içinde sıkışıp kalan burjuvazi, hayat sahasını (Lebensraum) fethetmek zorundaydı…’’ (Artur Koestler)
Bütün bu olanlar Osmanlı sonrası Türkiye modernizm ve aydınlanmasını etkiledi. Hanedan vatanından sürüldü. Din yasaklanmasa bile alçaltıldı ve toplum üzerindeki etkisi neredeyse sıfırlandı. Bütün o kurtuluş savaşı denen 1921-23 arasındaki savaşlarda ölen asker sayısı resmi rakamlara göre 6500-7000 civarındayken, savaş sonrası istiklal mahkemelerinde gelişi güzel asılanların sayısı resmi rakamlara göre beş binden az olmadı. Gerçek rakamın bunun on katı olduğunu iddia edenlerde mevcut. Cumhuriyet de kendine ikbal açmak için, eski rejimin elitlerini, dinin ulema sınıfını ve batı illerinde yaşayan halkın ağalarını, sözü geçenlerini, halk üzerinde rüştünü ispat etmiş olanları tırpanladı.
Bu olumsuzluk kendini bugün rasyonel otorite yoksunluğu olarak açığa vurmakta. Çünkü resmi ideolojiye de resmi olarak öğretilen dine de, resmi öğretimin bilgeliğine ve düzenin aydınlarına da kayıtsız kalan halk yığınları her daim gerçeğin anlatılandan daha farklı olduğuna kendini inandırdı ve bir nevi mistisizm içine gömüldü kaldı.
Burjuva hem kendisinin bir sınıf olarak ortaya çıkmasında etkili olan entelektüeli finanse ediyor, koruyor kolluyor, besliyor, hem de buna karşın entelektüel; mülk sahibi soyluların gücüne ya da nass a dayanan kilisenin yönetim erkine karşı mücadelede burjuvaya destek çıkıyordu. Ve ona ileride modernizmin dayandığı temel postulları üreten aydınlanma felsefesinden türettiği, akılcılığı, kapitalist ruhu, ülke ve yönetim üzerinde iddia ettiği haklarına dair geçerli malumatlar, meşru payandalar veriyordu. ‘’…aydınları hürriyete kavuşturan da matbaa gibi bir silahla donatan da burjuvazidir. Aydınların seslerini duyurmaya başlamaları iktisadi gelişiminin aşamalarından biridir…’’(J.SHUMPETER-Kapitalizm Sosyalizm ve Demokrasi) Günümüzde de her ne kadar bir birleri ile itişip kakışsalar da burjuvazi ile aydınlar aynı saftadırlar, çünkü birisi olmazsa diğeri de yaşaya kalamaz.
İkili arasında gürültü patırtının sebebi entelektüel kalitenin sıradanlaşması oldu. Önceleri sadece üniversite mezunu olmak bile entelektüel adayı olmak için yeterli iken, çünkü o zamanlarda üniversite okumak çok zordu; yaygın eğitim-öğretim sisteminin yerleşmesi ve bilginin ele geçme olasılığının artması ile entelektüel kişilik toplum nezdinde rasyonel otorite olmaktan çıktı. Hayatını kazanabilmek için belli bir mesleki branşta uzmanlaşamayan, ya da girdiği işlerde başarılı olamayan fakat son kertede bilgi ve kültür ile donanan kişiler mecburen işsiz entelektüel sınıfına yazıldı.
Hal böyle olunca da, bohem arzular ile yanıp tutuşan mutsuz ya da gerçekte batılı burjuva gibi yaşayan ama sol-sosyalist etiketini kullanan umutsuz entelektüel için sistem eleştiriciliği yapmak vazgeçilmez düsturlardan biri belki de en önemlisi oldu. Zaten Türkiye gibi ülkelere burjuva kültürü de, sosyalizm de dışarıdan ve batıdan gelmişti. Münevver yerliydi fakat onu da biz beğenemedik. Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak batının tarihi isnat öncülleri mevcut bünyeye alınmaya çalışıldı.
Müfredatta ve edebiyatta kadim Yunan kültürü öğretimi getirildi. Sosyalizm ise daha çok batıya öğretime giden burjuva çocukları tarafından yurda ithal edildi. Bu anlamıyla Rus intelijensiası ile arasında az da olsa bir benzerlik vardır. Entelektüellik de iki aşamanın varlığını ‘’Edward Shils bize söylüyor; ‘’…birincisi kadim külliyatın tekrarı, ikincisi bunu aşmak için yapılanlar…’’ Yani geleneğin gücü ve yaratıcı aklın bir üretim devresinde birleşmesi veya kesişmesi entelektüeli ortaya çıkartır. Lakin Türkiye’nin sol entelektüeller adayları daha en başta kendi kadim külliyatından bihaberdirler. Hazineler gizlenir sadece batının tekrarlayıcısı olmakla yetinilir. Bu ise neredeyse üç yüz yıldır yenilenmeye, batılılaşmaya çalışan ülkenin kodlarında hala pek de belli olmayan bir nokta ve halka nüfuzu büyük ölçüde engelliyor. Ayrıcı vasfı eleştirel bakabilmek olan entelektüel kendi toplumunu gözlemleyebilmek, yorumlayabilmek zorundadır, reddetmek değil. ‘’…Tanzimat’tan bu yana Türk aydının alın yazısı iki kelimede düğümleniyordu: aldanmak ve aldatmak. Senaryoyu başkaları yazmıştı ve biz sadece birer oyuncuyduk. Nesiller bir ütopyanın kurbanı olmuşlardı…’’ (C.MERİÇ-Bu Ülke)
Başından itibaren Türk sol-sosyalizmi umutla destekledikleri Cumhuriyetin aydınlanma yolundaki inkılâplarının ve katı devletçiliğinin Türk tipi bir sosyalizme çıkmadığını görseler bile, neredeyse Fransız jakobenlere benzer şekilde karşı devrim korkusu ile halkın iktidarını deviren 1960 darbesini gönül razılığı ile desteklediler. Ondan sonra asker ile içli dışlı olmak da, halktan uzakta kalmakta kaderlerine yazıldı. Çünkü ehveni şer olarak gördükleri askeri vesayetin devletçi özgeçmişini, kapitalizme veya dini imaja tercih buyurdular. Devrimi beceremeyen sosyalistler 1980 darbesinde de aynı tavrı sergilediler, darbe kayda değer hiçbir sol tepki olmadan vücut buldu. Deyim yerindeyse 12 Eylül sabahı çalan bir düdük emriyle sosyalist umut ekicileri çatışmaksızın sahneden çekildi ve kendisini doğurtan burjuvazinin kucağına yani batı Avrupa ya geri döndüler. İçlerinden SSCB ya da kızıl Çin e gitmeyi akıllarından geçirmiş olanları var mıdır bilinmez.
Modernizm oyunun toplam sonucu. Babası burjuvazi ve anası entelektüeller olan bu çağın, her gittiği yerde olduğundan biraz daha değişik şekle bürünen ikiz çocukları ise Kapitalizm ve Marksizm. Habil ile Kabil gibi iki düşman kardeşler. Batı hem kendisinin hem de dünyanın sosyal dokusunu yırtan bir gebelikle klasik toplum sınıflarına iki yeni üye ve iki yeni ideoloji ekleyerek stratejik süreci tamamladı. Burjuvazi ve Kapitalizm bu var oluş savaşımını kazandı.
Ya entelektüel?
O, bütün analar gibi oğullarının dünya mirası için çatışmasını izlemek zorunda kaldı. Ve yükselen sınıfın analığından, bütünü kucaklama sorumluluğundan kayarak her iki tarafta kurulu olan düzenekleri ilmi delillerle makbulleştirmeye, mensubu olduğu rejimlerin ideolojik tetikçiliğine bir nevi kalemşörlüğüne ya da ayak altına düştü. ‘’…entelektüeller yine bilgi teknisyenleri arasından çıkar fakat artık hâkim sınıftan değillerdir. Sadece onun tarafından seçilmekte, onun tarafından görevlendirilmektedirler…’’ (Artur Koestler)
İntelijensia;
Merkezde ikamet edenler için ikinci kâbus, soğuk kuzeyin karabasanı Rusya. Zirveleri tanımak, dağ yamaçlarının kokusunu içine çekmek yetmez, köklerine kadar inmeli, aslına nüfuz etmeyi de denemeliyiz. Rusya’yı Rusya yapan ilk adım III. İvan (1462-1505) tarafından atılıyor. Kendisi henüz üçüncü derekede bir devlet sayılan Moskova Knezliği büyük prensi hükmünde. Fakat geleceğe yatırım yapıyor ve son Bizans hanedanı sayılan Trabzon Pontus devletinin de 1461 de Türklerin eline geçmesi üzerine kaçmak zorunda kalan Bizans prensesi Sophia Paleologue ile evleniyor. Bu tarihten sonra Rusya adını alacak devletin oluşum süreci başlıyor.
Doğunun ve Kafkasya’nın karabasanı olan Rusya böylelikle doğum sancılarını tamamlamış ve sahneye inmiş oluyordu. Devlet armasına Bizans’ın çift başlı kartalı seçiliyor. Ve Rusya kendini tarihe III. Roma İmparatorluğu olarak takdime hazırlanıyor. Tarih ile talih de buna çanak tutuyor ve Rusya uzun ömürlü ve bir o kadar da kararlı ve yırtıcı hükümdarlar listesini ortaya çıkartıyor. Rusya’nın temel taşı son Moskova büyük prensi III. Vasili (1505-1533) ve ardından IV. İvan ki bizimde ikinci eşi Çerkes prensesi Maria Temrukovna’dan dolayı eniştemiz. İlk Rus Çarı Ivan Grozny (Korkunç Ivan). Çarlık makamını Ortodoks kilise tarafından kutsanmasını sağlıyor. ‘’…hiç de tevazu göstermeye niyeti yoktu İvan’ın. Ortodoks kilisesinin çar unvanını kutsamasını sağlamıştı. Böylelikle Çar unvanının kutsal Roma-Cermen İmparatoru unvanına denk olduğu kabul ediliyordu…’’ (Charles TILLY-Rusya ve Komşuları)
Merkezileşmiş, güçlü devleti ondan sonra komşularını yutarak durmadan genişliyor ve Çar I. Petro(Deli ya da Büyük) ile birlikte 1721 tarihinde imparatorluk haline geliyor. Deli Petro’nun 1725 de yazdığı söylenen gizli vasiyeti 1738 de açıklanıyor. Genel temasların yanı sıra devletin bekasını ilgilendiren önemli mesajlar ve vasiyet dilimleri içeriyor. 8. madde Karadeniz kıyıları dolayısıyla Çerkesya ile ilgili, 9. madde ise Osmanlı ve İstanbul’un fetih arzusunu dillendiriyor. Deli Petro galiba ‘’deli’’ den çok ‘’büyük’’ Petro lakabını hak ediyor. Ve Rusya onunla birlikte balçık ayaklı bir deve dönüştü.
Gerisinde; oprichnina’yı kuran IV. İvan ülkenin 1/3’lük kısmını kendine ayırmıştı. Bu zengin batı bölgeleri bir ‘’istisna’’ topraklardan teşekkül ediyordu ve Çar buralarda dilediği gibi yönetim hakkına sahipti. Ülkenin geri kalan kesimi, ticaretin az geliştiği ya da özellikle yeni fethedilen yerler gibi meçhul topraklardı buralar zemchina olarak adlandırılıyordu ve ahalisiyle birlikte büyük toprak sahiplerinin emrine veriliyordu.
Hainleri kovuşturmakla görevlendirilen oprichina erki, özgür soylular üzerinde terör estirerek onların hükümdara bağlılığını sağlamlaştırdı. ‘’…savaş için ve fetih için gerekli araçları ve parayı ticaretin gelişmemiş olduğu bir tarım ekonomisinden toplama uygulaması sonucunda, verasete dayalı bir üst yapı oluştu…’’
‘’…ancak soylular Çar’a daha bağımlı hale geldikçe, kendi köylüleri üzerindeki denetim kurmak için de ölümüne mücadeleye girdiler. İmparatorluk yasaları önceleri özerk olan köylülerin hareket yeteneğini kısıtladı. Verginin nakit değil de mahsul olarak toplanması köylülerin ticarete atılımını engelledi. Sonunda da özgür köylüler ile serfler ve köleler arasındaki sınırlar ortadan kalktı. Bu sınırların ortadan kalkması hepsinin birden özgürleşmesi değil, köleleşmesi anlamına geliyordu…’’ (Charles TILLY-Rusya ve Komşuları)
Balçık ayaklı dev Rusya’nın yaratıcı babaları, dolaylı yönetimlerin başka pek çok biçiminde görülebileceği üzere, devlet görevlilerine kendi yönetsel birimleri içinde muazzam yetkiler vererek, büyük, ucuz, nispeten merkezileşmiş bir hükümet aygıtı yarattı. Büyük toprak sahipleri olan boyar aşiretleri aracılığıyla baskıcı bir yöntemle devletleşme yolu takip edilmişti. Çarlar bu politikalar sonucunda, aristokrat ailelerle devlet aygıtını bütünleştirmiş ve bu ailelerin arasından bir hizmet soyluları sınıfı türetilmiş, fakat bu hizmetlerine karşılık ülke ahalisini de onların emrine vermişler hatta ülke halkı, aristokratlar tarafından köleleri haline getirmelerine cevaz vermişler.
Mesela Kafkasya fatihi General Prens Vorontsov, Kırım ve Alupka da ki muazzam genişlikteki arazilerini işleyen kırk bin köleye sahipti. Bütün bunlar hiç de sıkıntısız olmadı. 1670 Stenka Razin, 1708 Konrad Bulavin, 1775 Emelian Pugaçov başlıca ayaklanma liderleriydi ve haricinde irili ufaklı 37 köylü ayaklanması Rusya’nın kuruluş ve pekişme dönemine eşlik eder.
Fakat imparatorluğun ikinci faslında işler tersine dönmüştü. I. Pavel’den (1796–1801) başlayarak Çarlar (imparatorlar) aristokrasinin himayesinden kurtulmaya çalıştılar. Çünkü Rusya’nın kaderi her ne kadar güçlü karaktere sahip, uzun ömürlü ve acınmasız hükümdarları ortaya çıkarmakla yoğrulsa da, neredeyse her hükümdarın ölümü ile başlayan soylu ailelerin taht kavgaları ile de devlet aygıtı büyük sarsıntılar geçirmekteydi.
Bu geçiş dönemlerinde, bir tür soylular meclisi demek olan ‘’Zemsky Sabor’’ un kararları neticeyi belirliyordu. Çarlar neredeyse üç yüzyıl boyunca aristokrat aileleri yönetimle işbirliği yapmaya yöneltmişti. Sonraları Büyük Petro’nun batılılaşma hamlesi süreci gereğince batılı ülkelerden getirilen askeri ve bilim adamları zümresinin etkileri, 1812 Fransa-Rusya savaşının sonuçlarından birisi olan Rus aristokrat sınıfının Avrupa’ya açılması ve Fransız ihtilali fikirlerini anayurda taşıması izledi. Tabiî ki bütün bunların toplam sonucunda ise, Rusya’nın kendi içerisinde geçirdiği değişimler ve dönüşümler ile modernleşme çabalarının etkisiyle, devlet hizmeti için, soylu olmayan fakat iyi eğitimli sivil ve askeri bürokratlar sınıfı kuruldu ve bunlar giderek genişleyerek Rusya’nın yönetimini de ele almayı başardı.
Bürokrasinin yetişmiş kadro ihtiyacı için 1803 den itibaren sivil okullar ve beş yeni üniversite açıldı.
Aristokratlar yönetim içerisinde hala etkin bir varlık göstermeyi devam ettirse de, halkın arasından yeni bir sınıf –bürokrasi- doğarak genel sosyal bünyeye dâhil olmuştu.
Çarlar kendi iktidarlarını sınırlamaksızın soylu ailelerin baskılarından kurtulurken, soylular da devlet hizmeti yükümlülüğünden feragat etmekle birlikte, kendi topraklarında ve kendi mülklerinin gelirleriyle baş başa bırakıldı. Bu olay ileride Rusya’yı derinden sarsacak, hükümdara bağlılığı ve bağımlılığı azalan aristokrat Rus ailelerden gelme intelijensiyasının oluşumda baş etkenlerdendir.
Modern Rusya’nın ilk ayaklanma tecrübesi Aralık 1825 de tarihe Dekambristler olarak geçen, Prens Trubestkoy, Prens Obolensky, Albay Bulatov gibi aristokrat subayların komutasındaki üç bin kadar askerin o zamanki başkent Sankt Petersburg da ki Senato meydanını kuşatarak, çarların sınırsız yetkilerine karşılık, yetkilerin sınırlandırıldığı anayasal bir monarşi istedikleri askeri darbe girişimidir.
Sözcü Riliyev; ‘’Çar’ın despotluğuna son vermek ideali peşinde koşuyoruz, bu nedenle hepinizi ayaklanmaya davet ediyorum’’ dese de; halk rağbet buyurmaz. I.Aleksandr’ın ansızın ölüvermesi üzerine baş gösteren veraset krizi sırasında yapılan bu girişim başkentteki diğer askeri garnizonlardan da destek görmedi ve daha sonra Kafkasya’ın işgalinde önemli görevler üstlenecek olan General İvan Paskeyeviç komutasındaki çar muhafız alayları tarafından bastırıldı. Dekambristler destek görmedi çünkü halk, kendi adına konuşan fakat vekâletnamesi olmayan bu ilerici aydınların neyi gerçekleştirmek istediklerini tam olarak bilmiyordu.
Dekambristler, Rusya da İntelijensia adını alacak olan yeni bir sosyal sınıfın öncülleriydi. İntelijensia yani bilinci değişmiş soylular, bu sınıfın (ya da sınıfsızların) ilk üyeleri daha sonra her sınıftan kopup gelenler katılanlar var. Gerçek kişiliğini bin sekiz yüzlerin ortalarından hemen önce bulan ‘’Babalar’’, çocuklar ise bin sekiz yüzlerin son çeyreğinde kendini gösteriyor. Temel düşüncelerinin hemen hepsini batıdan ithal eden Babalar liberal, liberallik dediğinde Slavcılık ile batıcılığın uzlaştırılması. ‘’Çocuklar’’ daha Rusya’ya özgün, daha yerel bir kavramla ve karakterde nihilist. Plehanov’un tabiriyle proleterleşmiş aydınlar.
Her şeyin anlamdan ve değerden yoksun olduğunu savunan felsefi akım.
Nihilistler, tanrının varlığını, bilginin imkânını, iradenin özgürlüğünü, ahlakı ve tarihin mutlu sonunu reddederler. Ortodoksluktan doğan nihilizm şer ile kaynaşmış bir dünya tasavvurunu reddeder. Bilgi felsefesi ahlak ve siyaset alanında kabul görmüş bir akım. Körü körüne sunulan devlet, din ya da aile otoritesine karşı çıkarlar. Entelektüel ifadesi ise maddecilik. Aslında kökleri eski bir Rus inancından: Kıyametçilik den gelir. Çerniçevski ve onun kitabı ‘’Ne Yapmalı?’’ Rus nihilizminin ilm-i hali. Bütün devrimci intelijensianın başucu kitabı. Karl Marks bile onu okuyabilmek, okuduğunu tam anlayabilmek için Rusça öğrenmiş.
Bu yıllarda Çar, I. Nikolai. Hani şu Osmanlıya ‘’hasta adam’’ etiketini yapıştıran zat-ı muhteremdir kendisi. Mamafih kendi devleti Osmanlıdan beş sene önce tarihe karışacaktır, ama ne yazık ki haşmetli imparator hazretleri bunu göremeyecektir. Zira Kırım savaşının acı yenilgisi yüzünden intihar ederek ölür. Kardeşi Konstantin tahta çıkmakta tereddüt edince onun yerine Çar (imparator) oluyor. Rus milliyetçisi ve Panslavist politikacı, ayrıca tutucu ve otokrat. 1825–1855 arası hükümdar, yönetsel reformcu, ‘’3. Dairenin’’ kurucusu yani aşırılıklarla mücadele eden siyasi polis gücü. Bugünlerde Kabardey’in başına geçen yeni başkanın kurup yönettiği meşhur anti-terör biriminin o zamanki adı. Zorba baba I. Pavel’in oğlu olan I.Nikolai pek çok bakımdan ‘’Neo-Çar I. Putin’’in ideolojik babası hüviyetinde.
Köleliği inatla koruyan İmparator (Çar), Avrupa da ki 1830 ve 1848 devrimlerinden hayli ürker ve Avusturya başbakanı Metternich’in Avrupa da mutlakıyet rejimlerini yani düzenin devamını ağlamak için kurduğu Avrupa Konseyinde kalır, Polonya ayaklanmasını bastırır, Fransa ve Belçika da ki ayaklanmalara askeri destek gönderir. Eski Rusya’yı diriltme hayalindedir. Yine de gerçek intelijensia ona rağmen onun devrinde doğdu. ‘’…1812 Napoleon savaşlarında orduda hizmet etmek büyük şereftir lakin 1825 den sonra Çar Nikola’nın jandarması olmak idealizme ve insanlığa ihanettir. Bu yüzden genç soylular devlet hizmetinden üniversiteye akın ettiler. Üniversitenin etkisiyle soylu öğrenciler heveskâr birer ideolog olmaktan çıkıp profesyonel yazarlar, tenkitçiler, hocalar haline geldi. Üniversite sınıflarından kopan soyluların en ciddilerini, ideallerinden başka vatanı olmayan köksüz bir muhacirler kafilesine çevirdi; kendi yurtlarında muhacir bir kafile’’(C.MERİÇ-Mağaradakiler) İntelijensianın idealleri özelde Rus soylularının halklarına karşı borcunu ödeme istencinin bir yansımasıdır. Mihailovski diyor ki ‘’…Rus toplumunda iki tür endişe var; sorumluluk endişesi daha çok soylularda görülürken, beşeri haysiyet endişesi ise sömürülen ve aşağılanan sınıflarda kendini gösteriyor…’’
Babalar da oğulları da Avrupa medeniyetinden geri kalmış balçık ayaklı Rus devini evrensel aklın ve modern ilkelerin gereklerine göre yenilemek istiyorlardı bir farkla ki; babalar bu gelişmenin zamana yayılmış sıkı bir eğitimle gerçekleşebileceğinin düşünürken, daha radikal ve direkt eylem yanlısıydılar.
Gerici Nikolai’nin ardından oğlu II. Aleksandr iktidara geçer. 1855-1881 yılları arasında iktidarda kalır. Modernleşme yolu ile gelişmenin devamını arzular, fakat o da selefi gibi halkın kendi iradesini ortaya koymasına karşıdır. Zamanında demiryolları ve okullar açılır, baskılar hafifletilir. Bu nedenle üniversitelere akın başlar, nihilizm alır başını yürür, olgunluk devri 1860-70’ler.
İki kolu var Slavcılar ve Batıcılar. Fakat o kadar birbirinden ayrı değiller, sonradan kesin olarak ayrılsalar da aynı salonlarda toplantılar yapıyorlar. Hepimiz aşığız Rusya’ya fakat bu aşkın iki yüzü var; Slavcılar için bir annedir Rusya, batıcılar için bir bebek diyor Herzen. Pisarev, Çerniçevski kutup yıldızları olmuş. Birde anarşistler var ki, bunların önderleri de Kropotkin, Bakunin, Tolstoy gibi soylular.’’…insanın gelişmesinde üç aşama vardır; hayvanlık, düşünce, isyan. Dünya yangınını tutuşturacak olan Ruslardır…’’ diyor Bakunin. ‘’…düşünmek intelijensianın tekelindedir. Aydınlar halka hizmet etmeli, onun kurtuluşu için çalışmalı ama ona karşı entelektüel bağımsızlığını da korumalıdır…’’ (S.Lavrov)
Bu arada Rusya boş durmuyor, Osmanlının kuzey eyaletlerinde karışıklıklar çıkartılıyor ve Çar II.Aleksandır Bulgaristan’ın kurucu babalarından birisi olarak tarihe kayıt düşülüyor. Lenin ve Petro I gibi önemli pekiştirmeci liderler sınıfında bir hükümdar sayılan Aleksandr, 19 Şubat 1861 de Rusya da serfliği kaldırıyor. Daha doğrusu toprağa bağlı köleleri azat ediyor fakat toprak vermiyor. Efendisinden ayrılmak isteyen aileler, sanayi metropollerine giderek ucuz işçi sınıfına dâhil oluyorlar. ‘’…köylü reformu Rusya’yı bir burjuva monarşisi haline getirmek için atılmış bir adım, feodallerin uyguladığı bir burjuva hareketidir…’’ (V.İ.Lenin)
Reformlar bekleneni vermese de Rusya’yı derinden etkiliyordu. Çar polis baskısıyla nihilistleri gözaltında tutarken, yara almadan atlattığı bir suikast girişimi onun tutucu kanada daha fazla itilmesine yol açtı. Bu dönemde ortaya çıkan Narodnik (halkın dostları) cephesi Rusya’nın, bir köylü hareketi aracılığıyla sosyalist topluma dönüşmesinin propagandasını yapıyordu ve Marks’ın ön gördüğü bütün bu sosyalist gelişim çizgisi içinde, kapitalist aşamanın yaşanmasının gerek olmadığını düşünüyorlardı.
Aleksandr Herzen başlıca temsilcisiydi bu hareketin. Uygulanan baskı ve sürgünler sonucu rejim muhalifi Narodnikiler, yeraltına inerek bir nevi şehir gerillası hüviyetini benimserler ve devlet yetkililerine suikastlara ve özel mülklere saldırılar düzenlerler. Bu stil mücadele hem Çarlığın devlet aygıtının çaresizliğini ortaya sererken diğer yandan da devlet güçleri ile yüz yüze çatışmayı ve daha fazla kan dökülmesini engelledi. Hür düşüncenin kısıtlanması, intelijensianın düşüncelerini açıklama olanağının kalmaması gibi nedenlerle, tenkitçi düşünceler ister istemez devrimci eylemlerin beslendiği kaynaklar oluverdi.
Daha çok sansansyonel eylemlere imza atan, Rusya’nın bu devrimci küçük burjuva topluluğu, kısa süreli 1874 ayaklanmasından sonra, 1879 da düzenledikleri Varonej kongresinde aralarında ayrılıklar çıktı. Narodnaya Volya (halkın iradesi) gizli bir anarşist cemiyet olarak kalırken, Georgi Plehanov Pavel Akselrod, Vera Zasuliç’in başını çektiği ılımlılar, sosyal demokrat Marksist oldular. Fakat 1917 Bolşevik devrimine giden yolda V.Lenin tarafından en sert şekilde eleştirildiler. (1894-Halkın Dostları Kimdir, Sosyal Demokratlarla Nasıl Savaşılır) Reformist oldukları iddiasıyla rejimle işbirliği içinde olmakla suçlandılar.
Devrimden önce halk üzerinde etkili olan Sosyal Devrimci Parti, beşinci Sovyet kongresinden sonra SSCB topraklarından çıkartıldı. Narodnaya Volya Mart 1881’de bombalı suikastla Çar II.Aleksandr’ı öldürse de buna rağmen Rusya’da herhangi bir halk ayaklanması yaşanmadı. Nihilizm’den Narodnik’e oradan Bolşevik Devrimine olan tarihi Rus İntelijensiası için 1917 yılı yolun sonu demektir. Çünkü koruyucuların yorulması ile yarıda ve sonuçsuz kalan II.Enternasyonalden sonra iktidarı ele alan ve dünya tarihinin gördüğü en katıksız despot rejimi kuran Lenin ile diğer Rus Komünistleri, hür düşünceye hayat hakkı tanımaz. Bu ise hayatının bütün emeli hür düşünceyi fethetmek olan intelijensia için Rus vatanını terk etmek artık mecburidir.
Kendi elleri ile eğittikleri halkın gerçekleştirdiği devrimin sonucunda intelijensia mazide bir hayal gibi kalır. ’’…Devrimleri dahiler tasarlar, onu fanatikler gerçekleştirir, ondan kötüler yararlanır…’’ (A.SOLJENİTSİN) Devrim yıllarında pek çoğu daha sonra başka ülkelere geçiş yapsalar da İstanbul’a yüz bine yakın Rus mülteci akın eder ve bunların önemli bir kısmı da soylular zümresindendir. Rus intelijensiası, Rus modernleşme sürecinin tedavüle sürdüğü çok ilginç bir vaka. Pişman olan aristokrat Rusya’ya özgü bir tipoloji. Sınıfının ayrıcalıklarından utanan, liberalizme özenti duyan babaların yetiştirdiği, eğitimli aristokrat gençliğin halkına olan borcunu ödemek için onu özgürleştirmeye çabalaması ve bu uğurda kendini ateşe atması da öyle. Batıdaki karşılığı olan burjuva ve entelektüel kişiliğin bileşimini tek başına bünyesinde taşıyan bir tecessüs intelijensia.
Dünyanın çehresini değiştiren tercihler silsilesini hazırlayan düşünsel atılım, meyvesini SSCB olarak verdi ve 74 yıl Rusya’nın tercihleri dünyanın geri kalanını etkilemeye devam etti. ‘’… Çağdaş batı aydının bariz vasfı, nevroz. Rusların metanet, mertlik ve yarı Asyalı fatalizmi. Aradaki fark, tarihin eseri. Bu atıl ve uyuşuk ülke, patriyarkal feodaliteden modern kapitalizme geçerken hiçbir intikal safhası yaşamadı…’’ (C.MERIC-Mağradakiler)
Nitekim dünyanın batı yarım küresinde burjuvalar ve entelektüellerin yaptığı delvrimi, doğu kürede; Liberal-Dekambrist-Nihilist-Anarşist-Sosyalist çizgide ilerleyen Rus intelijensiası ve onun yetiştirdiği işçi-köylü sınıfı yaptı. Fakat bu devrim hayalinin, Rus halkının hayatında olumlu hiçbir değişime yol açmadığı, SSCB’nin 1991 de ihtişamlı çöküşüyle birlikte resmen anlaşıldığı gibi, SSCB dönemi boyunca KP diktatörlüğü ardında bir yığın kâbus dolu anı da bırakmıştı. Bakunin’in söylediği gibi, halk yığınları sopa yemeye devam etmiş, sadece sopayı tutan el değişmişti.
Xekupseher;
Milattan sonra altıncı yüz yılda asıl nüvesini oluşturan dini öğretilerini Afgan dağlarında kurup geliştiren daha sonraları Hazar denizinin doğu ve kuzeyinden dolaşarak ön Kafkasya steplerine ulasan Yahudi Hazar devleti, sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda; gerek savaş gerekse barış yoluyla Çerkesler ile içli dışlı bir hale gelmişti. Zaman içinde hem savaş hem de barış içeren münasebetler geliştirmişlerdi. Fakat Çerkesler, Hazar devleti için genelde paralı asker tedariki veya devletin askeri hizmet soyluları sınıfı içinde kendilerine yer bulup görev alıyorlardı.
Üzerlerinde pek fazla durulmayan fakat Hıristiyan teolojisi açısından oldukça ilginç bir o kadar da çelişik bir nazariyesi bulunan Hazarlar, Çerkeslerin tarihi açısından da önemli bir mevkii işgal ediyorlar. Hıristiyan teolojisi açışından hazarlar bir anomi teşkil ederken, alfabesinde 4 u sesli 84 harf bulunan Hazarlar, Çerkeslerin belki de yakın akrabaları ya da bizatihi Adıgelerin doğrudan ataları olan ve Maykop Kültürünün taşıyıcıları olan ‘’Meot’’ların bir parçası.
Hazar devlet yapısı esasında dini bir siyasetin teşekkülü olduğu için halkın etnik durumunun da kozmopolit bir yapıda olması da doğal bir sonuç. Çerkesler acısından ise özellikle Hazar sonrası siyasi yapılaşmada, Hazarlardan devralınan toprak ve asalet mirası Çerkes feodalitesinin başlangıcı hiç değilse özelleşmesi, yerine oturması olarak sayılabilir. Neticede feodal yapılar bir devletin çözülüşünün ardından gelir. Örnek vermek gerekirse Avrupa da feodalite Roma imparatorluğunun çöküşü ertesinde ortaya çıkmıştır. Devralınan topraklar ise neredeyse bütün bir K.Kafkasya ve bir kısım G. Kafkasya toprağıdır. On birinci yüzyıldan sonra Hazar devletinin yıkılışı ile Kafkasya mülkü Çerkeslerin elinde kalmıştır.
Hazar devleti içinde hizmet gören Çerkes asilzade soyları ve Hazarlardan kopup gelenler daha sonra Çerkesler arasında eriyen değişik etnik kökendeki soylular ile birlikte Kafkasya bölgesinde 17. yüzyıla kadar sürecek Çerkes hegemonyası baslar. Çerkeslerin, Kafkasya ve Kafkasyalılar üzerindeki bu süzerenlik vasıflarını sadece feodal toprak soyluları anlamında ele almak yanlış bir düşünce olur. Çünkü Çerkes soyluları kendi aralarında ‘’askeri demokrasiye’’ dayanan, hiyerarşik bir tür örgütlenme biçimi kurmuşlardı. Çerkes soyluları halkın üzerindeki güçlü etkilerine sadece askeri dikta yolu ile ulaşmamışlardı. Bugün neredeyse bütün Kafkasyalıların ve Kafkas kökenli olmayan ama yakin perifedeki bir takım komşuların dahi (örn. Rus Kazakları ya da Azeriler gibi) benimsediği Kafkas stili yaşayış biçiminin yaratılmasının, davranış kurallarının ve toplumsal yasalarının, genelde Adıga Khabze adı verilen, özelde pşı-work töresi de denilen kültürel bütünün ortaya çıkmasında, atlı kültür taşıyıcısı olan bu sosyal sınıfların üretimleri başat etkendir.
Tabiki ‘’Adıge Khabzenin’’ oluşması sürecini sırf Hazar etmenli ya da Hazarlardan sonrasının bir sonucu demek yanlış olur, çünkü Çerkes töresinin oluşumu ya da içeriğinin incelenmesinde, derinliği milattan öncesine giden pek çok katman olduğu sonucuna varılır. Bahse konu olan, Adıge Khabze nin toplumsal yasalar olarak toplum nezdinde genel kabul görmesi ve özellikle feodalitenin yaygınlaşmasındaki etkenler üzerine olan düşüncelerdir. Hazarların çöküşü ile birlikte bölgeyi egemenliği altına alan ‘’Altın Ordu’’ devleti veya ünlü Tokhtamış Han da Çerkeslere çok yabancı olan kimseler ya da Çerkeslerin çok uzağındaki yapılaşmalar değildi.
Özetle; Hazar mirasının varisi ve Çerkes yaşamının şekillenmesinde büyük etkilere sahip temelde Pşı-Work türü asilzade sınıflarının topluma kazandırılmasını sağlayanlar Çerkes ülkesinin doğusunda yoğun olarak yasayan Kabardey Adıgeleridir. Gerek Adıge töresini geliştirme ve pratik yasama bağlamada olsun gerekse askeri hizmet soyluluğunun gerektirdiği atlı kültür ve atlı savaş usul ve kaidelerinde onlar kadar gelişmiş bir başka çerkes klanı ya da Kafkas halkı daha yoktur. ‘’ama Adıgelerin hâkim durumu sadece nüfus üstünlüğü ya da askeri üstünlükle açıklanamaz. Bazı Kafkasya toplulukları savaşçılık bakımından Çerkeslerden ve ayrıca Kabardey klanından geri kalmıyorlardı. A.G. KEŞEV’in de vurguladığı gibi bir başka sebepte, Çerkeslerin korku bilmez savaşçılar olmakla yetinmeyip, soylu şövalye ünü kazanmaya da gayret göstermeleriydi…’’
‘’… Kafkasya’nın diğer halklarında askeri aristokrasi kurumları ve savaşçı ruh Adıgelerde olduğu kadar belirgin düzeye ulaşmamış, ön plana çıkmamıştır. Bunlar, Çerkeslerin komşuları gibi bildik askeri toplum aşamasında kalmakla yetinmediklerini, savaşçı eğilimlerini geliştirerek ideal incelik ve virtüözlük seviyesine ulaştıklarını, bağımsız ve savaşçı aristokrasi kurumlarını ve ilkelerini canlı ve çekici biçimlere soktuklarını bunları bir bütün halinde düzenli sisteme dönüştürdüklerini açıkça göstermektedir…’’ (R.BETROZOV-Çerkeslerin Etnik Tarihi-Nalchik 1998)
Özellikle Kuban kıyısında sıralanmış diğer Adıge boylarının asilzade soyları da, ya doğrudan Kabardey ya da birinci dereceden akrabalık bağları ile Kabardey boyunun asilzade soyları ile ilintilidir. ‘Kırım-Taman-Azak bölgelerini ele geçiren Kabardeyler, bir süre sonra iç Asya’dan gelen Moğol fatihlerin baskısı yüzünden bu bölgelerden çıkmak zorunda kalırlar. ‘’…ünü bütün Kafkasya ya yayılmış olan Prens Yenal şanı ve şöhretiyle hüküm sürüyordu. Anapa’dan Kabarda’ya kadar giden yol boyunca birçok yer onun adını taşır…’’ (L.LYULYE-Çerkesya) ‘’…Prens Yenal on beşinci yüzyılda Çerkesleri birleştirici siyasi faaliyetlerde bulunmuş fakat etkisi kalıcı olamamıştır…’’(R.BETROZOV-Çerkeslerin Etnik Tarihi)
‘’Çerkes vatani atın ilk olarak evcilleştirildiği yerlerden birisi belki de ilkidir. Atı evcilleştiren Çerkesler doğal olarak atlı kültürü de ilk yasayan kavimlerden birisidir. En eski Arap kaynaklarına varıncaya dek bu konu yeterince irdelenmiştir. Mezopotamya ve Arap yarım adasına Babil Kasları da denen ikinci Babil devletinin kurucuları ile birlikte at da gelmiştir. Atlı kültür üretimi ve savaş metodu, bunu gerektirdiği eğitim ve teçhizatın tedarikinin halkın kendi imkânları ile sağlanabilmesi, Çerkesleri süratle mobilize olabilen, vurucu gücü ile beka kabiliyeti yüksek ve komsu halklar üzerinde hayli baskın bir konumda tutarken, bu durum Çerkes halkının sosyal bünyesinde de birtakım sonuçları da beraberinde üretti. ( XVIII yüzyılda Kabardeyler, örgü zırhlar, zırh kolluklar ve zırh eldivenlerle kaplı, 15 bin soyluyu savaş alanına sürebilecek kadar güçlüydü…’’ (A.GRIGORIANTZ-Kafkas Halkları)
Bu sonuçlardan en önemlisi Çerkes sosyal sınıflarına dâhil olan bir pşı’tlı sınıfıdır. 17. yüzyıla gelindiğinde doğu Kafkas halkları Çerkeslere nüfuslarının 1/20 si nispetinde insan vergisi vermekle mükellefti. Çerkeslerin komsu halklar üzerindeki bu baskısı Rus çarlığını Doğu Kafkasya halklarının kurtarıcı olarak görmelerini dahi sağlamıştır.
Tıpkı Napolyon Bonaparte’nin 1798 de Mısır’a çıktığında yerli Arap halkına hitaben, yeryüzünün bu cennet bölgesini titreten Kafkasyalı zalimlerden sizleri kurtarmaya geldim demesine benzer şekilde. Mısır Çerkesleri de Hazar devleti sonrasında Kafkasya dan bölgeye gelen veya getirilen paralı askerler yâda askeri hizmet soylularının kalıntılarından oluşuyordu ki, bu Çerkes kökenli askeri hizmet soylularına veya Çerkes kökenli bağımsız paralı savaşçılara, Rus ya da Romanya prensliklerinden, Polonya Krallığına, Moğol-Tatar Hanlıklarına, kadar bütün coğrafyada rast gelmek mümkündü. Bu bağımlılık ilerde Ortadoğu devletlerinin kurulmasında da kendini gösterecekti.
Ne var ki bütün bu üstün vasıflar Çerkesleri bir devlet çatısı altında birleştirmeye yetmiyordu. Çünkü kimin lider olacağı, kendi arasında hepsi eşit olan asilzade soyları arasında halledilmesi pek müşkül bir konu idi ve hallolunmadan öylece kaldı. Çünkü siyasi birlik olmadan tam anlamıyla etnik birlik olamadığı gibi, üzerinde anlaşılmış düşünce/gelecek kurgusu veya topyekûn anlamıyla inanç-irade birliği olmadan da siyasi birlik vücuda getirilemiyor.
‘’…Halkımız sivil yönetime sahip değildi. Ve güçlü hükümetin avantajlarını bilmediği için, kendi topraklarında salt güce ve yetkilere sahip yöneticilere tahammülü yoktu. Sınırsız ve doğal özgürlüğün insanlar için en büyük nimet olduğunu düşünüyordu…’’ (Ş.Neguma-Çerkes Tarihi)
Devletlerin oluşumunu ticari faktörlere bağlayan modern bakış açısı son zamanlarda değişti, yapılan arkeolojik kazılarda gerçekte insanlığın merkezileşme, şehirleşme tarihinin daha eski olduğu ve genelde inanç yeteksinin bu çabalarda tahmin edilenden daha büyük etkilerinin olduğu tespit edildi. Nitekim bugün bile herhangi bir Avrupa ülkesine gitseniz şehir meydanının hâkim köşesine mutlaka bir katedral ya da kilise kondurulmuş olduğunu görebilirsiniz.
On sekizinci yüzyılla beraber Müslümanlığın Çerkesya topraklarında yaygınlaşmasıyla beraber Pşı Kaytuko Aslanbeç’e atfedilen iki deniz arasında tek pşı olmalı lâfzı Çerkes ülkesinde birliğin sağlanması için bir hedef ittihaz ettirdi. Bununla birlikte İslami kurumların, cami=okul birliğinin sağlanması, İslam hukuku gibi olgular kabul görüp yaygınlaşması, toplumda üzerinde anlaşılmış bir yönetim biçimi teorisinin de yerleşeceği zemini tefsiye ederken, ayrıca değişim ve dönüşümü hızlandırıcı, toplum içinden de bu hedefi pekiştirecek, Kazenıko Jabağ (1684-1750) gibi bilge insanlar türemesini sağladı.
Adığağe onlar sayesinde yeni yüzyıllara aktarılabildi. Fakat bu yüzyılda gerek Kırım Hanları ile sürekli hale gelen savaşlar ve gerekse İran şahı Nadir’in Doğu Kafkasya ya savaş açması, Kabardeylerin yetişmiş nesillerinin kırılması neticesiyle, değişim ve ilerleme hareketleri de durdu.
‘’… Oysa bir halkın ruhsal güçleri, çeşitli biçimlerde kullanılır ve gelişir. Fakat halkın değişik faaliyetleri ne kadar az olursa, askeri faaliyetler bunların arasında o kadar geniş bir yer tutar ve milletin içerisinden çok sayıda savaş dehasının çıkma olasılığı o kadar artar. Ancak bu askeri faaliyetlerin seviyesini değil, sadece genişliğini belirler; seviyesi, halkın genel fikri ve manevi gelişme derecesine bağlıdır…’’ (Carl Von CLAUSEWİTZ-Savaş Üzerine)
Kaldı ki artık çok geç kalınmıştı ve her toplumsal olayda olduğu gibi birlik hareketlerinde de bir sürtünme katsayısı vardır. Geçmişten gelen birikimlerinin yönlendirmesiyle belli bir tehlike karşında, belli bir oranda siyasi birlik ihtiyacını üreten halklar, geçici konvansiyonlarla tehlikenin bertaraf edilmesi akabinde eski yaşamlarına geri dönerler.
Kolektif güvenlik ihtiyacının ardından, refah, iç huzur, büyüme, gelişme vb. ülküleri edinemeyen geri kalmış halklar; ateşli silahların yaygınlaşması ile feodaliteyi yıkarak kaostan kozmosa geçişin mimarları olmuş, aynı zamanda da birliğini daha erken sağlamış ülkelerin, sahipsiz deniz aşırı yeni toprakları ele geçirmesine ya da kara egemen ülkelerin yakın çevresindeki kendinden geri kalmış ülkeleri yutarak büyümesinin de önüne geçemediler.
Babaları aristokrasiyi kuran, Adıge Khabze’yi ve Adıge Ruhu olan Adığağe’yi yaratan asilzade soylarının oğulları devletleşmeyi (düzenli siyasal yaşamı) gerçekleştiremedi. Kültürden irfana geçişi başaramadı. Onun yerine aristokrasi (aristokrasi; en iyi-güç) zaman içinde dejenerasyona uğradı, önceleri komşu halklardan vergi toplayan soylular, ateşli silahların bölgede yaygınlık kazanması ile askeri yeteneklerinin büyük bölümü (cesaret, beceri vb.) otomatik olarak felce uğradı. Şövalye ruhu yerini tabiri caizse salon Çerkesliğine bıraktı. Ülkesinin sınırları ile imkânlarını genişletemeyen ve kendisinin silahlarını geliştiremeyen mücadele yoluyla kendini ve ruhunu eğitemeyen, birikim ve paylaşım yoluyla halkının ufkunu açamayan asilzadeler, bu sefer de dönup kendi halkını sömürmeye yine tabiri caizse hazırdan yemeye başladılar, bunun sonucunda Adıga Khabze zayıfladı, Adığağe öldü.
Yükselme zamanlarında zirve yapan, duraklama zamanlarında yokluğu pek hissedilmeyen ama çöküş zamanlarında çok acı olarak anlaşıldığı üzere, halkın kendine olan güveni sarsıldı; yani ulusal onur zedelendi. Üzerinde anlaşılmış bir değerler manzumesi ya da politik vesikalar olmadığı için, herkesin herkesi denediği, iktidar mücadelesine giriştiği on dokuzuncu yüzyıl ile birlikte; Adıge halkı hem yönetici sınıfı hem de işgalciler karşısında var olma savaşımı verdi. Bugün de aynı belirsizlikler zinciri Çerkes hayatını olumsuz olarak etkilemeye devam etmektedir.
Halkın bütününde iki tur hassasiyet veya endişe türü olduğu söylenir. Soylu kimselerde bulunan ‘’sorumluluk’’ endişesi bunun en yüksek olanıdır. Basit halkta ise, ötelenmekten, ezilmekten imtina ettikleri dünyevi bir ‘’haysiyet’’ endişesi türü vardır. Bunların toplamı ise ulusal onuru, mukaddesleri, toplumsal hislerin coşkusunu verir. Post-modern zamanlarda Çerkes halkı geleceğini kurmak, kolektif güvenliğini sağlamak adına birlikte olmak, dayanışmak, kalkınmak zorunda ise, yarınlarda içinden sorumluluk endişesi taşıyan, asalete bağımlı olmayan ilerici, yenileştirici aidiyetleri bilgece ve tutkuyla halkın hamurunda yeniden yoğuracak, yılmadan, yıkılmadan inşa edecek ‘’Yurtsever’’ bir nesli, yurtsever hareket programını bünyesinden çıkartmak mecburiyetindedir.
‘’…Dünyayı yöneten: Düşünce. Her çağda eleştiri kabiliyetine sahip bir avuç insan var. Onları ezmeğe kalkışan toplum, yerinde saymaya da mahkûm…’’(C.MERİÇ-Mağaradakiler) Düşünce mücadelenin ilk adımıdır; dünyayı değiştiren farklı düşünebilmektir. Ve durumundan memnun olmayanlar işe farklı düşünerek başlarlar. Dünya da harcanan emeklerin hiç birisi boşa gitmez. Mücadele kaderimizdir.
Latinlerin dediği gibi ‘’Et post eoticem seda atracura’’ Ve kader atlarımızın kuyruğuna bağlıdır.
Aferin ekmekçi :) Çerkes adını oğrenmişsin.
21 Şubat 2014 Cuma Saat 06:35heyaw kim ben bilmiyorum, ama sana cevabı ben yazacağım. bu türklerin dili olmasa nasıl anlaşırdık ya ? dünya türk olsun, herkes anlaşsın değilmi ? :)))
gaz, çevir-gazı, çer-gaz ! bak buldun çerkez ismi nerden gelirmiş :))) senin sadulayev, bize neden referans olmalı ? spartalılar laek ismini kullanmışlardır, lek ise dağıstan kavimlerinin gürcü kroniklerindeki genel adıdır, lak sino-kafkas (makro kavkaz) atalar dilinden bu yana insan demektir. araştırmalar çok yetersiz olsa bile dağlıların y-kromozom genetik akrabalığı kadim yunan ile eşdeğer görünmektedir (kesin söyleyemeyiz, dağistanda genetik araştırmalar rusların müdahalesine uğramaktadır, ama anlaşılan kadim Goth devletini kuranlar bile dağıstan kavimlerindendir).
senin spartak nalçikli futbolçu çerkezlere gelince :))) sen sinirli bir yorum yazmışsın neden ? tüfekleri sıkı tutmayınca silah teper ve kabza adamın gözüne vurur, gözü kanlı adamlar sinirlidir :)) sıkı atarsan canın yanmazdı ya.
siz insanları turancılık benzeri ayağı yere basmayan bir eski zaman hamasiyet propogandası ile uyandıracağınızı sanıyorsunuz, hey spartaklı , bu mankurtluk yoludur. tarihimizin insanlık olarak değeri nedir, işte güzel soru.
gaddar olarak tasvir ettiğin atalarının, aciz ve zayıflara musallat olup onları yolduğunu iddia etmek nasıl bir propogandadır ?
1864 ten bu yana mağdur adam rolü yapanlar, erkek gibi savaştık ve erkek gibi öldük deyip atalarınızı anacağınıza sürgün gözyaşı döken histerik adamlar, neden şimdi düzelmek vaktiyken bu bayağı propoganda ?
tc çerkezleri içinde muhterem kimseler vardır, onlar yazmalı siz okumalısınız. bence senin yazı silinmeli ve benim aşağıda yazdığım malumat bu sayfaya yıldızlı (parlayan,herneyse) kurdele ile yapıştırılmalı :
çeçenler hakkında, çeçen bölgesi 3tü, 3 bölgeden biri bugünkü adlar ile galgayço, biri nohçiyço biri ise içkeri(aukh), şimdiki içkeri adı tamamen bütün bölgeleri alan bir genel oblast. eğer (kgb algı değiştirme uzmanı ?)sadullayevin bahsettiği çeçenler içkeri denilen yerde yaşayan nakh milleti ise, orada ki ticari ve askeri hattı dağıstan'daki mahtuli, jangutay, gazi kumuk ve avar müttefik hanlıkları tutmaktaydılar, 1400 senelerine ait bir belgede bu dağistan müttefiklerinin toplam asker sayısı 100.000 adamı çoktan geçmektedir, dağistan hanlarının düşmana karşı ittifakla çıkartabildiği toplam kuvveti, ruslar kafkasları bu hanlıklar yüzünden istila edemiyorlardı, kafkaslarda heryer özeldir, ama dağistan elde tutulmayınca gerisi elden çıkmaktadır.
osmanlılar sadece mehtuli denilen tatar hanlığına itibar etmiştir, mehtuli ise büyük tatar nüfusu ile en fazla askere sahipti, terek bölgesine kadar (bazı zaman elinden çıksa bile) dağıstanın kıyı bölgeleri ve düzlüklerinde (bazı yerler hariç) 1800lere kadar tek söz sahibidir. kabartayların girdiği iddia edilen içkeri yarı ormanlıktı, bu alanın ticari değeri vardı, dağ hanlıkları ve tatar hanlıklarının askerleri ile isyankar waynakhlar arasında harp devamlıydı, içkeriye nogay, tatar ve sair göçebe kavimler vergi versin diye kondurulurdu, toprak ise güya bu dağistan hanlarına aitti, dağlık dağistan için ticaretin ana damarından biri burası olduğu için müttefiklerin bu bölgeye yabancı bir kuvveti almaları mümkün değildi. (öyleyse neden sonra ruslarla ittifak yaptılar ve ruslara burada kaleler yapmaya izin verdiler ?
doğrusu önce savaştılar, ama osmanlı destek veremez olunca tatar hanlıkları önce, dağ hanlıkları sonra ruslarla antlaştı, ne için ? elbette ticaretin selameti için :))) nohçiyço dağlık bölgesinde ise gerçekten ileri politik yaşama sahip özgür millet varmış, pagan savaşçı, ziraatçı ve köleci waynakhlar yaşamaktaymış. milletlerin kendisine has karakterleri vardır, misal dağıstan içinde asker sayısı en az olan avarlar, düzlüklerde tatarlarla baş edemeyince dağlık dağıstanda sıkışmıştır, avar savaşmak, el sanatı ve ticaret bilirdi, dağlarda ekecek toprağı olmayan kavimdi, milletin karakteri sabitliğe ters olduğu için gürcülere ve çeçenlere doğru cepheler açmak zorunda kalmış, tatarlarla boğuşmaya nüfusları yetmediği için. avarlar andal dağlarından içkeri dağlarına geçen geçitlere sahip olmanın avantajı ile içkerya merkezinde bonin isimli (nohço mot dilinde benoy oldu sonra adı) askeri karargahını kurmuş, hakikaten özgür yaşayan ve pagan olan buradaki nakh kabilelerini avar teşkilatı (aslında sasani iran teşkilatı) sistemine göre tukhm - tayplara bölmüş, vergiye bağlayabilmek için özgür insanları islam'a sokmayı deneyip onları kabileleştirmeye çalışmış.
bu proje deli adamların fikridir, avarların yüzler sene süren bu waynakhları kendilerinin halkı etmeye çalışmak işinden şimdi geriye kalan ancak dulson gibi dahi filologların anlayabileceği çeçenleşmiş isimler, ve tukhm-tayp gibi kabile teşkilleri... başka bir eser yok,
çeçen folklörü bunların izlerini kendine mal etti. dağıstanlılar yazı bilirlerdi, ve onlar yazmışlardır ki, göçebe kabartayların terek bölgesine aşağı doğru inmeleri ise çok geçtir. çeçen adına gelince, bunun sasani ismi olduğunu düşünürüm,eski iranlılar sanıldığından daha etkiliydi kafkaslarda, aryen-kafkas kırması sarmatların ta kendileridir, hazarlar bu eski iran teşkilatı üzerine devletlerini kurmuşlar, çünkü arapların yok ettiği hazar başkenti bugün çeçen, kumuk, lak, avar kavgasına sahne olan, hepsinin bizim dediği (aukh) yerdeydi. günümüzün çeçenleri yani waynakhlar ise bilindiği gibi anadolu orjinli urartulardan başkası değildir.
kabartaylar gerçekten adige milleti ile aynı soymudur ? yoksa (bataklık milleti Ruslar nasıl devletleştiyse) yukarı steplerden gelen Kosak denilen göçebelerin cengizhan moğol teşkilatçılığı ile tanışmaları sonrası mı oluşmuştur ?
ukrayna'ya kadar büyük alanda yaşayan kosaklar "çerkez" adına yakın isimler kullanmışlardır. dağıstan feodallerinin ittifakı karşısında kabartayların içkeri bölgesine girmeleri mümkün değildi. kabartaylar birbirleri ile harp halinde olan zayıf teşkilatlı oset ve inguşları yağma etmişlerdir, oysa inguş mitlerinde ne çok esir alınmış kabartay kölelerden bahsolunur, tek taraflımıydı sizce ? kabartaylar nüfuslarını nasıl büyütüyorlardı ? bunun açıklaması onların yukarı steplerden gelen ama tebası olan adige dilini konuşmaya alışmış, moğol teşkilatını benimsemiş acımasız Kosaklar olduğunu düşündürmektedir. kabartaylar, dağıstanlı müttefiklerin koruması dışında kalan, vergi verecek durumu olmadıkları için terkedilmiş steplerdeki çaresiz kumuk ve nogayları yağma etmişlerdir.
hey spartaklı futbolçu :)) çeçenlere boyun eğdirdik lafı senin karnını ağrıtır, içkerya merkezinde çeçenistanı almak için karargah kuran deli avarlar bile 1500 sene bu toprak için tatar-kumuk hanları ile omuz omuza yarışıp İçkeryayı elinde tutmaya çalışmış ama mümkün olmamıştır, kendilerini çeçen toprağının sahibi ilan eden avar prensleri, kumuk tatarları, gazikumuklular ya bölgeden çıkartılmış ya isyanlarla öldürülmüş ya çeçenleşmiştir, zira karşısındaki millet gürcüler gibi bir tabiata sahip olanlar değildi.
çeçen karakteri, senin bahis ettiğin baskıyı kabul etmesi mümkün değildir. kafkazı, halklarını, karakterlerini bilemez olmuşsunuz, sizin bu kafalar ile ulu çerkesya kurmaya kalkmanız?
Sayın isimsiz kahraman HEYAW; Çeçen Yazar German Sadullayev den alıntı, sizin gazınızı alır sanırım. Bu kadarcık yetmez diyorsanız söylemeniz yeterli.
''Çerkesler meselesine yani Çerkesler ve yine onlardan olan Kaberdeylere gelince, bu konu biraz ince bir mevzu. Şu anki versiyon: Özgür ve gururlu Çerkesler dağlarda kartallarla birlikte keçilerini sürüp doli çalıp dans ederken kötü beyaz Çar geldi ve onları esir etti. Tarihi gerçek ise Çerkeslerin hiçte suçsuz kurbanlar olmadıkları.
Çerkesler gerçekten, Kafkasya’nın en gelişmiş en güçlü ve en kudretli halkı-onlar kendileri saldırgan ve zalimdiler, komşu halkları feodal-köle olarak demir ökçe altında tutan iktidara sahiptiler.
Onlar Kafkasya’nın 'Spartalılarıydı' ve geri kalan diğerleri onlar için sadece 'Helotlar' gibiydi (hatta o gururlu ve bağımsız Çeçenler bile -diğer hepsi gibi Çerkeslere tabi idiler).
Hemen hemen bütün Çerkes milleti sömürücü parazit askeri-feodal sınıftan oluşuyor ve de köle sahibiydiler. Onun içinde Kafkas halklarının pek çoğu, kendilerini Çerkeslerin çok barbarca olan köleci iktidarından kurtaran, Rusya’nın “saldırganlığını” desteklediler.
Dahası, feodallerce parçalanmış devletin parçaları olan Çerkesler kendi halklarına karşı, büyük parti halinde beyaz Çara katıldılar.
Ha bu arada, Rusya’dan Türkiye’ye olan büyük “göç” dalgalarından birinin sebebi Rusya’nın serfliği kaldırması ve Çerkesleri (ve her Çerkes -prens,feodal ve köle sahibiydi) kölelerini (fidye karşılığı!) serbest bırakmaya zorunlu kılmasıdır. Bu bir şoktu. Çerkesler anlayamıyorlardı, nasıl olurda kölesiz yaşanır? Kim çalışacak o zaman? Çerkesler sadece savaşmasını biliyorlardı. Hatta eşleri-Çerkes kadınları bile çalışmıyorlardı(kadın köleler var ya), pencere kenarında oturarak şişmanlıyorlardı.
Halk hakkında kötü birşeyler söylemek istemiyorum, Çerkesler kültür ve tarih olarak-Kafkasya’nın en anlamlı ve en önemli halkı-ben sadece sömürücü sınıfa kötü bakıyorum. Ve Çerkes kabileleri temelde tam sosyal sömürücü parazit sınıftan oluşuyordu. Çarlık Rusyasının reformları ve Kafkasya’nın fethi çok şaşırtıcı ama objektif olarak köleleşen Çerkes toplumu için progresifti (ileri götüren,ilerici hamle). Zalimlik-zalimlik ise her üç tarafta da vardı.
Ayrıca birde, muhtemelen dikkatinizi çekmiştir, Rusya’nın bilincine yerleşmiş olan (bazı dar görüşlü Çeçenlerinde öyle) herbirinin bodrumunda bir çift kölesi olduğu, çalışmasını bilmediklerini ve sadece savaşmasını bildikleri vs. yakıştırmasını Çeçenlere yaptıklarını oysa bunların hepsinin tarihi gerçeklere dayalı olarak, 20.-21.yüzyıldaki Çeçen halkının hayat tarzını değil, Çerkes halkının 18.-19.yüzyıldaki hayatlarını yansıtıyor. Çeçenlerin çoğu o zamanlar sessiz, gayretli ve azimli çiftçi veya demirci veya sığır yetiştiricisiydiler.
Düzlüklerde, Çerkes Feodallerine boyun büküyorlardı. Yada “özgürce” çıplak ve aç dağlarda kıtlığa maruz kalarak yaşıyorlardı.
Sadece zamanla (“lanet Rusların” yardımıyla) Çerkes boyunduruğundan kurtulmaya başladılar -ve tarihin ilginç bir yanı-öyle görülüyor ki yüzyıllık aşağılanmayı ve köleliği psikolojik olarak telafi etme isteği eski zalim sahiplerinin özelliklerini kendilerinin sahiplenmesine ve zamanla zaten Çerkes diye birilerinin hiçbir zaman olmadığına, kendilerinin hep gururlu ve özgür savaşçı ve soyguncu olarak yaşadıklarına kendileri de inanmaya başladı, Ruslar ise buna daha hızlı inandılar çünkü onlar zaten Çerkes ve Çeçeni veya diğer vahşi dağlıları birbirinden ayırt edemiyorlardı.
Yani, şimdi Çerkes milliyetçiliğinin yüceltilmesi anlamsız ve de yararsızdır.
Daha iyisi, büyük Adığe halkı bütün kültür dallarını birleştirmeyle meşgul olmalı ve büyük ulusal kültürlerini korumaya ve geliştirmeye çalışmalı yoksa tarihi yaraları taramamalı (kaşımamalı).
Aksi taktirde, bu iş Çerkeslerin derebeyliklerinin ve çevre halklardan kölelerinin iade talebine kadar vardırılabilir...''
Söyleşi: Raisa Baraş, Russki Jurnal
http://cherkessia.net/news_print.php?id=4800