





Kadim Yunan’ın efsanelerinde yer alan Korint Kralı Sisyphos, kimine göre zamanın jet sosyetesi içindeki çapkınlık faaliyetleri dolayısıyla, kimine göreyse ölüm meleğini zincire vurduğu için Zeus tarafından yer altı dünyasına gönderilerek, orada büyükçe bir kaya parçasını en yüksek dağın zirvesine kadar çıkarmakla yükümlü tutularak cezalandırılır. Ne var ki güç bela zirveye taşınan kaya kütlesi her defasında aşağı yuvarlanarak cezanın bir zeval bulmasına mani olur. O günlerden beridir Sisyphos adı, oldukça meşakkatli ve belli bir sonuca varmayan işleri sürekli tekrarlayan kimseler için kullanılır olmuş.
Görüldüğü üzere failin suçu pek belli değil ama cezası kesin. Kıssadan hisse bize, Çerkeslerin toplumsal çözülme vetiresini atlatarak dirilme safhasına geçmeye çabalama hallerini örnekliyor. 1770–1791 eşitlikçi köylü ayaklanmaları ve feodal sınıfı tasfiye eden 1796 Bzeyıko Zawe savaşı baz alınırsa Çerkesler son iki yüz yıldır kendilerine bir siyasal sistem kurmaya çalışmakla meşguller. Bütün bunlara ilaveten yakın dönem tarihleri boyunca yüzyıl kadar süren özgürlük savaşları, üstüne birde soykırım ve sürgün buhranı yaşadılar. Tarihin unuttuğu zamanlara kadar uzanan kökleri bu halkı tamamen yeryüzünden silinmekten korudu.
Tarihte mucize yoktur diyor üstatlar. Tarihte mucize, sıçrama, doğaüstülük ve benzeri şeyler yoktur! Yani kimse dinsiz yattığı bir gecenin sabahında Müslüman uyanmıyor. O halde? Tarihte toplumların başına gelen her şey kantitatif birikimlerin, kalitatif mahiyet değişiklikleri yaratması ile meydana geliyor. Nedir bu nicelikler derseniz, bir halkın elinde tuttuğu başta nüfus olmak üzere, toprak ve yeraltı yer üstü kaynakları, ticaret ve teknikleri, sermaye ve üretim tarzları ve tabiî ki bilgi ve kültür gibi tüm beşeri zenginlikler. Mesela yüz binlik Adıgey den dünya çapında bir müzisyen çıkma olasılığı, nüfusu bir milyon olan Adıgey’e oranla onda bir nispetinde kalıyor, kastedilen nicelik böyle bir şey.
Ama yetmez, nicel birikimlerin toplumsal hayatı olumlayıcı yönde kaliteli bir değişime, dönüşüme ulaşabilmesi içinde birikimleri doğru yöne kanalize edip akıtacak disiplinli ve süreçleri birbirine bağlayıcı ısrarlı çalışmalar bütününü ortaya koyabilmek gerekir. Adı geçen o disiplinlerin tarihteki ilk adı kitabi dinler, daha sonraki yüzyıllarda pozitif bilimleri kendine dayanak yaparak yükselen ve sonunda birer din haline bürünen, adına ideoloji denen haritalar çıkıyor karşımıza.
İdeolojisiz bir millet yeryüzünde başıboş dolaşan insan sürüsü demek. İdeolojiler birer harita ise harita da pusulasız fazla bir işe yaramaz. Pusula kadranının bir ucunda, çekim noktası olarak akim tarihten üzerimize yığılan yanlışlar, diğer ucunda ise toplumsal bekamız için belirlediğimiz hedeflerimiz yer alırken, merkezi ağırlık noktasında reel-gündelik sosyo-politik ihtiyaçlarımız oturmakta. Harita tek başına bizi hiçbir yere götürmezken, onu işe yarar kılacak olan pusulanın işlevsel olması, bize ait olan her şeyi ama her şeyi dürüstçe elden geçirilmesi ve yeniden değerlendirebilir kılmakla mümkün.
Bir cümle ile, pusula halkın geleceğini elinde tutan idarecinin, geçmişini yazan tarihçinin, geleceğini planlayan siyasetçisinin namusu olmalıdır veya bunlar namuslu olmalıdır ki pusula doğru çalışsın. Pusula milli menfaatleri gözetiyorsa ancak namuslu ellerde olduğu varsayılabilir. Tarih ancak mevta kokan coğrafyalar için tekerrürden ibarettir, tarihte süreklilik esastır, mucize ise hiç yoktur.
Modern dünya görüşünde Fransız ihtilaline kadar (1789) yeryüzünde idari işler iki temek vasfa dayanarak yapılıyordu. Asalet ve Din manzumları. Tarih ve dolayısıyla toplumların kaderi kilisenin ya da soylu beylerin ellerinde hayat bulabiliyordu. Ancak Fransız ihtilali denen olaylar zinciri bu halkaya bir üçüncüsünü daha ekledi. Siyaset! Manzumun yanına mensur da geldi.
Tiers Etat ihtilali neticesinde halka kendini yönetecek olanı seçme hakkı verilmesi ile toplumsalın kaderi kilise veya aristokrasinin himayesinden çıkartılarak, halkın kendi ellerine verilmiş varsayıldı. Bu anlamda siyasetin mucidi Fransız ihtilali ve sol görüştür. Fakat ilerleyen zamanda ihtilali örgütleyen sermaye grubu olan burjuva sınıfı, kapitalizme yani bütünüyle devleti ele geçirmeye öykündüğünde, ihtilal ruhundan da uzaklaştı. İhtilali birlikte kotardıkları küçük esnaf ve köylü katmanı ile yakında doğacak olan işçi sınıfının önemli bir kısmı kendilerine başka bir rol biçtiler.
Bu toplumsal orta ve alt sınıfların büyük oranda içinde yer aldığı yeni bir ideoloji, yeni bir din olarak sosyalizm doğdu. İkisi arasında uzlaştırmacı ve kapitalizmin aşırılıklarını törpüleyen bir tretuvar, ara yol olarak da sosyal-demokrasi varyantı hayat buldu. Siyasetin de siyasetçi esnafının da yoktan var olması ve ülkelerde idare-i maslahat (bir işi iyi kötü yürütme) makamlarına yükselmesinin esası Fransız ihtilalidir. Bu tarihten itibaren sağ geride kalan maziyi temsil ettiğinden olsa gerek, sol tarafından hep gericilikle itham oluna geldi. Bu sebeple ki kadim iktidarları ellerinden alınan asilzadeler ve ruhban sınıfı da sözlüklerde sol’a meşum ya da eğri sıfatını layık gördüler.
İlkel komünlerden klasik tarım toplumlarına oradan fetihçi askeri topluma evrilen, daha sonra ticari toplumlara ve en nihayetinde sanayi toplumlarına ve onun sonucu oluşan modern siyasal toplumlara uzanan uzun yolda biz Çerkesler ortaçağın aristokratik askeri toplum yapısında donakalmış vaziyette hapis hayatı yaşıyoruz.
Dünyanın her yerinde idari siyaset, mülkiyet-aristokrasi, din veya sermaye-siyaset bağlamında yapılırken bizde bunları elinde biriktirmiş hemen hiçbir formel ya da enformel grup veya sınıf birlikteliği mevcut değil. Toplumsal yapının ekonomi-politik alanında kalitatif mahiyet değişiklikleri yaratacak kadar bir birikimi vücuda getiremeyen Çerkesler, anlık birlikteliklerden derleyip toparladıkları küçük çaplı güçlerini de birbirleri üzerinde deşarja uğratarak tüketiyorlar. Fakat sonuç bir absorbisyon olayı olsa ve bir grup diğerini absorbe ederek büyüyebilse durum daha farklı olabilirdi. Bunun içinde her şeyden önce vizyon ve misyon sahibi profesyonel olarak çalışan, uzun vadeli hareket eden güçler olmak gerekir.
Böylelikle Çerkes toplumunun ve onun geleceğinin inşası işi cehennemde zirveye kaya yuvarlayan merhum kral Sisifos’un çabalarından öte bir hal alamıyor. Sorunlar bununla da bitmiyor. Asıl mesele kendi toprağı için doğmayan fikirlerin esiri olmuş ve her nasılsa kurumsallaşabilmiş örgütlerin Çerkes halkının bünyesini zehirlemesi neticesinde, toplumsal reflekslerin giderek uyuşması hatta yok olması. Türkiye Çerkes diasporasında Çerkesya ve Çerkes milliyetçiliğine sonuna kadar karşıyız diyen, kendileri ise birer klasik Osmanlı-Türk işbirlikçisi veya Rus lobisi olmaktan öteye bilerek geçmeyen kurumsalların varlığı, toplumsal örgütleşmeyi imkânsız kılarak felce uğratmaktadır. Bunlara karşı verilecek bilinçli mücadele Çerkeslerin geleceğini de tayin edecektir.
****
Akıldan ister istemez Çerkesya’nın günahı neydi sorusu geçiyor?
Nerdeyse herkes Çerkesya’ya karşı! Hıristiyan Abhazya da kurban bayramı, Hıristiyan Osetya da sünnet şöleni tertip eden Müslüman vakıflar da Çerkesya’ya karşı. Gürcistan parlamentosu 21 Mayıs 1864 Çerkes soykırımı ve sürgünün tanıyacağına önce Abhazya’nın bağımsızlığını tanısın diyen aklıevvellerin elindeki Rus lobisi de Çerkesya’ya karşı. Çerkesya ve Çerkes milliyetçiliğine karşı dezenformasyon faaliyetlerine soyunacağını (sanki devletleştirildiğinden bu zaman kadar Çerkeslerin hayrına bir iş yapmış gibi) ilan eden DÇB de Çerkesya’ya karşı. Herkesi birleştiren ama nedense bir tek Çerkeslerin birleşmesine karşı olan, geçmişte Osmanlı sarayının işbirlikçisi bezirgânların rüyalarında Hazardan Karadeniz’e at koşturan sipahileri de Çerkesya’ya karşı. Şeri devlet meraklısı ve din adına Çerkes kanı döken Vehabbiler de karşı. Ve Daha Rusya’ya sıra gelmedi bile!
Ferdi şikâyet namelere hiç girmemek gerekirken birkaç örnekle geçiştirelim; ararsanız aramızda eşi Abhaz diyerek Çerkesya’ya karşı olan erkelerimiz bile mevcut. Sürgüne gidenlerin gemi parasını Rusya ödedi bu nasıl soykırım diyen de, Rusya Abhazya’nın bağımsızlığını tanımakla Çerkeslere yaptığı soykırımı affettirdi diyen de ve bu hamakat erbaplarına hala thamate diyebilenler de mevcut. Oysa sürgüne gidenler soykırımdan canlarını kurtarabilenlerdi, Abhazya’nın Çerkeslere tırnak ucu kadar faydası dokunduğunu bilen varsa hiç çekinmeden söylesin. Onlardan beklenen Çerkesleri kurtarmaları değil, böyle bir irade ortaya koyamayacak kadar Rus ile mülevves olmuşlar ama susabilirler evet sadece susmaları beklenebilir.
Çerkesler SSCB’nin çöküşünden bugünlere kadar kendi toprakları ve kendi halkı ile ilgisi olmayan olayların içine çekilerek kullanıldığı artık sağır sultana bile malum oldu. 1989 da Aydglara örgütünü kuran ve halk kongresini yapan Abhazlar bugün kendi ülkelerinde rahatça yaşıyorlar, diasporası istediği an vatanlarına gidip gelebiliyor. 1991 de bağımsızlık kongresi yapan Çeçenler bugün Kafkasya bölgesinin hâkim ulusu haline geldiler hakeza 1989 da halk kongresini yapan yüz binlik İnguşlar, beşyüz bine dayandılar ve eski topraklarını geri almak için mücadele veriyorlar. Osetler derseniz ülkelerini birleştirmiş vaziyetteler. Karaçay/Balkarlar pekişme sürecini tamamlayarak yayılma aşmasına geçerek gözü Çerkes topraklarına dikmişler. Ya biz Çerkesler?
‘’Çerkes Sorunu’’ toplumu temsil ettiğini iddia eden esir yürekler tarafından sürekli derin dondurucuda tutuldu. Ya dostluk kardeşlik kisvesi altında komşu milletlerin sorunlarını halletmesini beklemeye bırakıldı veya tamamen Rusya’nın insiyatifine terk edildi. Bunda kabahat başkasında değil Çerkeslerin kendisindedir, bizi kimse kandırmadı biz kendi kendimizi kandırdık. Halen bindirilmiş kıtalar halinde o deniz senin bu deniz benim uyurgezer kitleler halinde geçmişin acılarına kılıf dikmeye zorlanıyorlar! Ya da esasında Rus subayı olan komşu bir halkın temsilcilerinin 13 Haziran 1861 kongresine istişare için davet edilmelerini öne sürüp hala Çerkesya ve Çerkes kimliğini yadsımaya uğraşıyorlar. Oysa sadece uyruk olarak değil yeminle de Rus Çarına bağlı olan o soylu beyler Çerkesya’nın bağımsızlık mücadelesine katılmadılar.
Bu millet güzelliğinin de gücünün de sonunda geldi. Saygı duyacak çok az muteber nesnesi kaldı. Yurtsever Çerkes gençliği sorgulamaktan ve kınamaktan çekinmemeli, mücadeleci hatta çatışmacı olmalı. Çerkes gençliğimiz, Çerkesliği kötürüm devlet işleyişindeki gibi; yetkisi olanın sorumluluğu olmadığı, yetkisi olmayanın ise her şeyden sorumluğu olduğu bir mantıktan mutlaka çıkartabilmelidir. Haklı veya haksız bu davalara sürüklenen Çerkeslerin kazanç-kayıp endeksi ortaya koyularak bir muhasebe yapılmalı. Çerkesleri devlet malzeme ofisi mantığı ile kullanan şahsiyetler, yetkili makamlar bu gün gelinen noktada hesap vermek durumundadır.
Uğruna koşturdukları davalardan Çerkesler ne kazanmış? Bu mücadelelerden toplumsal bünyeye ne gibi bir olumlu sonuçlar devşirilebilmiş? Yoksa bütün emekler ham hevesler uğruna heba mı edilmiş? Çerkeslerin sonuçsuz davaların peşinde oraya buraya koşturulması hatta kendi milli birlikteliklerini kurmamalarına engel olunması gibi örtülü faaliyetler şahsi birtakım kazançlara mı tahvil edilmiş?
Çerkeslerin asimilasyonu, dağınıklığı ve yok oluşundan günlük hayatını sürdüren her Çerkes bireyi sorumlu tutulurken, Çerkesleri yönettiği ya da temsil ettiğini iddia eden kurum ve kişilerin bu işlerde hiçbir sorumluluğunun olmadığını varsaymak gerçekçi değildir. Eleştirilebilen ve özeleştiri verebilen kurumlar dinamik süreçlere bağlı kalır, gelişimini sürdürebilir, toplumsal görevlerini eksiksiz ifa edebilir, aksi halde gizlilik ya da dokunulmazlık safsatasına büründürülen kurumlar etraflarına pis kokular yayarak çürüyüp yok olurlar. Negatif yönde bile olsa çürüme de bir dönüşümdür.
Üstelik bu kişi, gruplar veya kurumlar Çerkeslerin dirilmeleri için gerekli hemen her şeye karşı manasız tavırlar ve önyargılar geliştirmişken! Çerkesliği sadece dans müzik gibi folklorik öğelere indirgeyenler ile Çerkesleri onun bunun davasına koşturup tüketenler Çerkesya’ya karşı aynı muhalif çerçeve içerisinde birleşmişlerdir. Saygı veya nezaket ritüelleri gereğidir diyerek sürekli kontrol altında tutulmaya çalışılan veya karar mekanizmalarının uzağında tutulan Çerkes gençliği, esaslı bir değişim ve dönüşüm için gerekli olan, mevcutların yaratıcı yıkım ile tasfiye edilmelerini sağlamadıkça bu durum da bir değişme beklenemez.
Kimileri peygamberin altın çağına, kimileri ise Atatürklü 1930’ların ruhuna geri dönmeyi özlese bile, her ikisi de geriye dönük basit birer gericilik vakasıdır. Çerkesya Yurtseverleri olarak geçmişte yaşanıp bitmiş altın bir çağın hayali ile yanıp tutuşmuyoruz. Ülkesel geçmişimiz o kadar da parlak ve mutlu değildi çünkü. Geleceği kendi ellerimizle kurmak ve bizimle başlamayan Çerkesliğin bizimle son bulmasına engel olmak için çabalıyoruz. Bütün batıl görüşler ve yanılsamaların başına geldiği gibi, gerek diasporada gerekse anavatanda SSCB’nin çöktüğü 1991 den beridir Çerkes toplumunun dirilmesini engellemek için ortaya atılan safsatalar da günü geldiğinde yok olup gidecektir.
Her ülkede ve her zaman diliminde hâkim ideoloji hâkim sınıfın ideolojisidir. Diğerleri zaten zamanla meşruiyetlerini kaybederek çizgi ötesine itileceklerdir. Halk erdemli olmak zorunda değildir. Halk adına orda olduğunu söyleyenler bu yükü sırtlamalı ve fildişi kulelerden inerek halkı adına çalışıp diriliş ruhunu tabana doğru yaymalıdır. İhtilal ruhunun idarenin temsil yetki ve gücünü asırlık dogmaların elinden aldığı gibi, yurtsever gençlikte kendi kaderini eline almak zorundadır ve yakın geleceğin egemen siyasal sınıfı olmaya yönelmelidir. Bunun için her türden birikimleri bünyesinde oluşturmalı, siyasal dünyanın geçmiş teorik külliyatını ve deneyimlerini öğrenmeli ve kendi içinde bir serbest erişimli çevirim ağı kurmalıdır.
En tehlikeli fikirler halkın kendi toprağında, kendi toprağı için, kendi bünyesinde kendi geleceği için doğmayan fakat onun malıymışçasına halka benimsetilmek istenenlerdir, bir kelime ile asimilasyon budur. Bu gibi nedenle bütün Kafkas milletlerince kültürel üstünlükleri kabul edilen Çerkes toplumundan bugüne değin sarsıcı bir milli hareket doğmamıştır. Toplumların tarihinde mucize veya sıçrama yoksa da kopuntu, kesinti de yoktur, devamlılık esastır. Yurtseverler büyük bir davanın mirasçısıdırlar. Bu hareket Türkiye ya da herhangi bir diaspora ülkesinde icat edilmiş bir ideoloji değil, anavatan kökenli ve son iki yüz yıldır Çerkes halkının özgünlüğünü ve özgürlüğünü koruması için malı ve canı ile savaşan, onun tek bir siyasal devlet çatısı altında toplanması için durmaksızın çabalayan ilerici hamlelerin sahiplerinin davasıdır. Çerkesya Yurtseverleri üzülmesin, çünkü bütün büyük davalar sadece bir avuç insan tarafından yürütülür. Düğümü çözecek ataklarda anlaşma değil inisiyatif kullanma hakkı vardır, bu cesareti de sadece yurtsever olanlar gösterebilir, sorumluluğu yüklenebilir.
Acılar anlamlandırılıp kayıpların telafisi yoluna gidildiğinde, yeni hayatlar kurulabilir. Bugün yurtseverlerin gönül yarası olan Çerkesya, günü geldiğinde hainlerin yası olacaktır.


Bir kelime ile 'toplumdaki rasyonel otoritenin yok olmasina' bağlıdır. Rasyonel otorite toplumun kendi kendini yönettiği, manzumlar töre ler inanclar vb dir. Kısaca toplumun karakteri ve kimligidir zamanla öğrencisinin nazarinda kendisini gereksiz hale getiren öğretmen gibidir.
Toplum onunla yükselir değer katar bünyesine. Ne varki toplumun kendisinde olduğunu temenni ettiği değerleri arasira checking yapması gerekir. Bunun adı mücadeledir. Toplumlar mücadele etmek zorundadır. Mücadele etmeyen halklar içinde olduğunu temenni ettikleri iyiler hakkında söz gelimi yigitlik sozgelimi doğruluk vs. Kuşku tereddüte o da kendine olan güvensizliğe sürükler ve toplumda otorite ortadan kalkarak çözülme başlar.
Siyasileşemeyen veya askerileşemeyen toplumlar kangren olmuş toplumlardır hayata tutunmaya isteksizdirler. Hayata tutunmayan mücadele etmeyen toplumda otoritede yoktur.
Rasyonel otoritenin kaybı mikro otoriteleri açığa çıkartır.
Örneğin, bir konu hakkinda inandigi dogruyu bilgi sahibiymis gibi konuşur. Ve bunu herkes yapar. Oysa inanmak ve bilmek farklı seylerdir. Bu yetişmiş insani yorar. Toplumdan uzaklastirir.
Topluma hedef ve yön tayin etmeyen isbirlikci toplum tensilcileri cerkeslerin yozlasmasinin musebbibidirler. Insanlar ticaret siyaset ya da ibadet için bir araya gelirler cerkesler ise dans icin :) yetismis belli maddi imkan sahibi insan icin eglenecek mekan coktur.
Eger kasıt yoksa yani civciv yumurtadan ciktiktan sonra kabugunu begenmemezlik etmiyorsa sebepler bunlardir kanaatindeyim.
Umarim sorunuza bir cevap yazabilmisimdir.
Selamlar saygilar Mansur bey.
Vural bey merhaba.
Çok okuyorsunuz anladığım kadarıyla. Yazılarınızda okumalar sonrası yaptığınız paralellikler tanımlamalar dikkate değer içerikte. Zihin açıklığınızın devamını dilerim.
Okuduğunuz bilgilendiğiniz taraftan çerkes sorununa çıkarımlar yapmanız benim dikkatimi çeken daha çok.
Çerkesler arasında çok zaman gözlediğim bir şey vardır sizinle de paylaşmak isterim. Kendilerini geliştiren toplumda statü sahibi olanların Çerkeslikten istifa etmesi. Bu sık karşılaşılan örneği neye bağlıyorsunuz? Neden böyle oluyor sizce?
Fotoğrafınızdan genç bir kardeşim olduğunuzu anlıyorum ben 55 yaşına geldim bu sorunun cevabını daha bulabilmiş değilim.
Baki selamlarımla kardeşim.
Saygılar bizden zivuzhan.
03 Temmuz 2014 Perşembe Saat 19:18