Ünlü sosyolog ve siyaset bilimci Şerif Mardin Avrupa siyasetindeki aristokrasi-burjuva mücadelesinin yerine Türkiye’de bürokrasi-köylü çekişmesini ikame eder. Osmanlının tarihe karışmasından bu yana süregiden bir hengâme. Aslı arka planda cumhuriyet değerleri ve öğretileri ile at başı giden bir ‘’muhalif’’ sağ siyaset öğretisinin kulaktan dolma yöntemle aktarılan yekûnu. Genelde din olgusunun katalize ettiği sınıfsız daha doğrusu amorf toplumun başka bir boyuttan inşası.
Bu temrine göre Türkiye’de sağ siyaset üççeyrek yüz yıldır iktidar olmasına rağmen muhalefet tahtından da hiç inmemiştir. İşler iyiye gittiğinde sağ siyasetin kudretinden sual olunmazken, terse döndüğünde ise iç ve dış mihraklar kötü gidişattan sorumlu tutulmuştur.
Seksen sonrası Özal reformları ile usulünce dünyaya açılmaya çalışan Türkiye, milenyumdan sonra tek kutuplu olarak hızla küreselleşen dünyada çılgınca yerini bulma heyecanı ile geldiği son dayanak noktası rahmetli A. Alatlı’nın deyimi ile; tüm dünya ile birlikte kendisine sunulan ‘’turbo kapitalizmi’’ frenleyebilmesi, tabiri caizse akış içinde özel bir parantez açabilmesi ile Türkiye özgün medeniyet tasavvuru gerçekleşebilecekti! A. Alatlı bu mim noktasını ılımlı İslami siyasetin koyabileceğini varsaymıştı.
Ne hazindir ki alternatif öğretilerin sahipleri –İslami sermaye ve siyaset- turbo kapitalizmi frenlemek ve yeni bir toplumsal hayat düşü kurmayı ortaya koymak şöyle dursun, kapitalizmi en vahşi hali denilen erken Amerikan tarzı ile uygulamaya soktular. Ve bittabi oyunu kurallarını istedikleri gibi evirip çevirip değiştirebileceklerini zannettiklerinden kendileri için değilse bile tabandaki tebaalarına çok acı bir ekonomik yenilgi tattırdılar.
Türkiye’deki kamplaşmanın teması ana siyaset öğretileri ile alakalı da değil gibi. Sorsan zaten herkes kadın eşitliğinden, insan haklarından, hukukun üstünlüğünden, ileri demokrasiden, yüksek refah ve gelişimden, modern değişimden yana taraf olduğunu söyleyecektir.
Sorun şu kadar yüz yıllık tarihi geçmişe sahip koca bir milletin kendi değişim-gelişim çizgisinin bir türlü var veya kabul edememesi, ulusun şahsına münhasır olması gerekirken aynı anda dünyaya bir örnek olması da lazım gelen ‘’medeniyet iddiası’’ yakalayamaması ile alakalı. Her kuralın muhakkak birde istisnası olan Türkçe dilbilgisi gibi sürekli iki arada bir derede kalma durumu.
Anayasal vatandaşlık haklarının çoğu kez kâğıt üzerinde kaldığı, sınıf bilincinin oluşmadığı toplumda halk tabakaları gündelik yaşamdaki ufak tefek kaymalar dışında kendi etnik, yöresel, mezhebi kümesinde hapsolmuş vaziyette yaşamak zorunda bırakılıyor. Siyasetin adayları, önerileri, çözümleri, müjdeleri ötekiler tarafından sadece kendi topluluğuna hitap eden şeyler olarak algılanıyor. Bu durumda vatandaş için sürüyü terk etmek de haliyle riskli bir davranış olarak duruyor. Çünkü birey doğumdan itibaren zahmetsizce edindiği aidiyetlerinden sıyrıldığında karşı taraftan kabul görme olasılığı da oldukça az buluyor. Ya bizdensin ya onlardan durumu Türkiye’de kalıtsal bir vaka olarak karşımıza çıkıyor.
Fakat asıl karmaşa adalet kavramında yaşanıyor. Adalet kuramı her türden ‘’doğru bilgiyi’’ bütün hegemonik (baskın-saptırıcı) güçlere karşı her şartta savunmayı düstur edinmiş idealist insanların işidir. Ve toplumsal yaşamın belkemiğidir. Türkiye gibi tazyik coğrafyalarında doğru bilgi aynı devirde bile onlarca kez değişiklik gösterdiği için, doğru bilginin kaybı çözülmeyi de beraberinde getirmekte gecikmeyecektir.
Çünkü kimse ahvalinden emin değildir. Hayatın düzeni birkaç kişinin dudaklarının arsındadır. Oysa kamu eğitiminin temeli ve kamu adaletinin ilk görevi örgütlü büyük bir güç olan devlete karşı bireylerin hukukunu kurmak ve korumakla vazifeli olmalıydı. Beka ancak böyle korunabilirdi. Doğru bilgiye erişimin muamma, doğrunun kime ve neye göre değişen süregiden travması beraberinde kötü haber bağımlılığını (doomscrolling) bünyelere yerleştirdi. Her bloktan o gün kötü haber duymazsa rahat edemeyen depresif kitleler yarattı.
İş bu şartlarda Türkiye yine seçime gidiyor. Seçimin kaderini belirleyecek en önemli etken ise AKePe’yi iktidara taşıyan yarı-muhafazakârların tavrı olacak. Metropollerde yaşayan yarı-muhafazakârlar ekonomik ve sosyal sıkışmışlık durumundan hiç mi hiç memnun değil. Gerek sağ gerek sol halk yığınlarının elit veya avam kesimleri hâlihazırda kendi bildikleri partilere oy vermeye devam edeceklerinden statükoyu koruyacaklar.
Hal böyle olunca aynı tercihleri yaparak farklı sonuçları bekleyen bir arıza hali ortaya çıkıyor ve devam edip gidiyor. Seçimlerin sonucunu yarı-muhafazakârlar kadar olmasa da muhalefet-imsi CeHePe’nin kadrolu etnik ve mezhepçi hizipleri de belirleyebilir. Ancak bu tepki oyları şehirli yarı muhafazakârların yaratacağı kadar bir oy kayması yaratamaz. Ceketi koymak ve oyu almak paritesi onlarda da her klik kadar geçerli bir muvazene.
Çünkü Türkiye’de insanlar kendi refah ve özgürlüklerini artırmanın yolunun ülkenin diğer siyasi, etnik, mezhebi vs. kesimlerin ekonomik refah ve özgürlük alanlarını daraltmak ile mümkün olacağına mensubu oldukları kiliselerinin rahipleri tarafından ikna edilmiş durumda. Bu yüzden de kendilerini gereğinden fazla siyasetle ilgilenmek zorunda hissetmekteler. Siyasetle yani devlete ve onun dağıtım kapasitesine egemen olma isteği, bilinci, dürtüsü ile hareket etmekteler.
Bu anlamda cemiyet, cemaat, tarikat vs. yapılaşmaları her siyasal grup tarafından desteklenip, aralarındaki ayrışmalar derinleştirilir çünkü toplumun asıl dönüştürücü gücü olan temas yeteneği ve enerjisi bu hizipler tarafından bilinçli olarak izole edilerek sönümlenir, bölünmüş, fırkalara, kampalar ayrılmış halk siyasetçilerin avucunun içinde himmete muhtaç tebaa olarak kalakalır. Ekonomi kötü olduğu sürece de ayrışmalar devam edip sürecek.
Türkiye’nin avam siyasetinin ortaklaştıkları ya da dirsek temasına girdikleri bazı anlarda yok değil. Mesela Putin iktidarının en kabiliyetli muhalifi Aleksey Navalny’nin hapishanede öldürülmesi radikal Türk solu ile avam sağını ‘’devlet ve iktidar’’ söz konusu olduğunda aynı cephede birleştiriverdi. Tapınak şövalyesi edasıyla konulara dâhil olan İslami yorumcu kitlesi de bunlara eklemlendi. Birincisi totaliterlik ikincisi otoriterlik hayranı bu gruplar baş zanlı Putin’i muhalifini hapishanede öldürttüğü için kutsamakta birbiri ile yarıştılar.
Sağ cenah kendi liderlerinin de Putin gibi yapması konusundaki korkunç hezeyanlarını sosyal medya yorumlarında bolca boca ettiler. Sol camia ise Rusya’da idareye kim muhalif ise peşinen Amerika-Nato yanlısı ajan ilan ederek şeytanlaştırdığı için bizi yine şaşırtmadı.
Ancak bu türün mensuplarının yaşadıkları memleketin otoriter reisinden iliklerine kadar nefret edip de, 21nci yüzyılın Rus kasabı Chucky Putin’e taparcasına hayran olmaları, Rusya’nın Anadolulu ibişleri için kanserojen bir vakadır. Lenin efendinin devrimcilere proletaryanın örgütlenmesine imkân sağladığı gerekçesi ile bulundukları ülkelerde demokrasi ve özgürlüklerden yana taraf olmalarını öğütlemesi boşa değil. Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı demek bu coğrafyada her devirde gülün öteki adıdır.
Gündemde bomba etkisi yaratan Moskova’daki terör eylemi bile önü ardı düşünülmeden Putin’i kutsayan PR çalışmasına döndürüldü. Neymiş? Söz konusu terör eylemi Putin efendinin seçimleri kazanmasından dolayı Rus halkına yöneltilmiş bir cezalandırma hareketiymiş! Oysa benzer bir olay Türkiye’de cereyan etse, sol cenah ilk beş dakika içerisinde direk vatandaşı olduğu devleti suçlayacaktı.
Ne malum bu elim terör olayının, Ukrayna istilasında başarısız olan Putin efendinin, Rus halkını Ukrayna’ya karşı baharda hazırlanan yeni taarruzlara motive etmek için giriştiği bir KGB senaryosunun ürünü olmadığı? Öyle ya yüz binden fazla asker ve polisin olduğu Moskova’da elini kolunu sallayarak terör estirmek ve ardından kaçabileceğini ummak ancak amatörlerin aklından geçer. Hele hele eylemi üstlenmiş gözüken Işid camiası mensupları için kaçmanın en son seçenek bile olmayacağı yıllardır süren Suriye iç savaşından belli aşikâr değil midir? Önceleri muhalif gazeteci ve siyasetçi unsurların ortadan kaldırılması gibi pis işleri Çeçen tetikçilere yaptıran Rus oligarkları, Çeçenlerin dini bütün ehlisünnet ve-l cemaat Kazaklaştırılmasından sonra daha ucuz maliyetlerle gariban Tacik ve Afgan tetikçilere yönelmiş gözüküyor.
Gel gelelim başlığın altını doldurmaya;
Başlıkta adı geçen terimi literatüre Rusya tarafından 1783’de ilhak edilen Kırım’ı ziyaret eden II.Katherina’ya işlerin yolunda gittiğini göstermek için Dinyeper nehri boyunca dekor evler inşa eden general G.Potemkin kazandırmış. Siyasi ve ekonomik anlamda bir durumu başkalarına olduğundan farklı gösterme sanatı için kullanılan tabir. Ez cümle göz boyana sanatı. Türkiye siyasetinin mahir üstatlarının üzerinde çift doktora yaptığı bir alan. Türkiye seçmeni ise aldanma konusunda bir geyşa gibi hürmetkar davranmakta her zamanki gibi kararlı gözüküyor.
Yine bir seçim var karşımızda ve yerel olsa bile kazanıp kaybetmek tarafgirler açsından yine çok ama çok önemli. Dekorlar yapılmış, adaylar parlatılmış, nutuklar atılmış, müjdeler verilmiş en nihayetinde boyalı badanalı Potemkin köyleri kurulmuş alıcısını yani vatandaşı beklemekte. ‘’Siz kime rey atacağınızı bilirsiniz yaaa’’ repliğindeki gibi bir züğürt ağa tesellisi girizgâhından sonra Çerkesler olarak sabah sporu amaçlıda olsa sandığa gidelim ve kampanyasında sırf ‘’Çerkes’’ lafzını kullandığı için İshak beye oyumuzu verelim. En azından adımız yürüsün.
Çünkü kültürü, sanatı, insan potansiyeli yağmalanan bu büyük halk on yıllardır belli şuursuzlar tarafından kimliksiz, aidiyetiz hatta isimsiz bırakılmaya da çalışıldı. Hayatlarımızda pek bir şeyi değiştireceğine inancımız olmasa da seçimler şimdiden Türkiye’ye hayırlı, uğurlu olsun.