





“Ne içindesindir çemberin, ne de dışında…”
İnsanın tüm umutlarını boğazına düğümleyen bu dizelerle, yitirmeye başladığımız masumiyetin köklerine, “aidiyet” kavramına değinmek istiyorum bu defa…
Tek başınalık tüm varlıklarda güçsüzlük, savunmasızlık, kabiliyetsizlik gibi kavramları beslediği gibi anlamlandırılamayan ya da hükmedilemeyen şeylerden uzaklaştırır. Bu nedenle mutlak bir aynılaşma arayışı vardır her zaman. Kültürel olarak tanımlanmış çeşitli cemiyetlerle özdeşim kuran insan bu cemiyetlerde diyalogun, işbirliğinin, kışkırtıcı ve çeşitli nitelikteki rekabetin cazibesiyle çevresini hatta dünyayı değiştirme arzusu duyar.
İçinde bulunduğumuz cemiyet aracılığıyla başkalarını ikna etme, toplumsal dünyanın bileşenlerini yeniden adlandırma, anlamlandırma ya da sadece birileriyle aynı fikirde olma duygusu, ortak umutlar, kültürler, beklentiler, bilinçli planlar ile ahlaki görüşler ve daha sayılabilecek birçok nedenle “Aidiyet” mutlak bir ihtiyaçtır.
Ancak her bireyde aynı şekilde tezahür etmez ne yazık ki bu ihtiyacın muhteviyatı. Kişilerin ihtiyaçlarına, yeterliliklerine, hedeflerine göre çeşitlilik gösterebilir. Aslında en uygun ifade “çıkarlarına” göre olmasıdır ama anlamın iticiliğini başta biraz yumuşatmakta fayda var. Bir de doğuştan ait olduğumuz gruplar vardır ki etnisite bu duyguyu zaten bize doğal yollardan hissettirir. Ancak, diasporada farklı birçok kültür unsurundan tecrit edilmiş yalnızca bir faktöre dayalı bir aidiyet yapısı düşünülemez. Daha önceki yazılarda vurgulanan kimlik sondajı ve revizyonu gerekliliği bu nedenle aciliyet arz etmektedir.
Son zamanlarda aslında kimlerin Çerkes olduğu, kimlerin ol(a)madığı ile ilgili tartışmalar ayrışma, birleşme, dağılma, kovulma, çağırılma, kabul edilme(me) gibi farklı kavramlarla bizi tanıştırmış olsa da laf kalabalığına meyilli olanların kendilerini bile ikna edemedikleri ortadadır. İlk yazıdan beri çocuklarımıza neyi, nasıl aktaracağımızla ilgili belirtilen endişelere artık çok daha önemli başlık daha eklemiş bulunuyoruz. Biz kimiz?!
Milli tarih, dil, edebiyat, ortak kültür ve yaşantı birliği gibi ontolojik özelliklerimizi yakından tanımak bu sorunun cevabına götürecektir bizi aslında. Yani herkesin Çerkes olduğu, Kafkasyalı sayıldığı, hepimizin kardeş olduğu romantizminden bir an önce realiteye geçmediğimiz sürece gündelik konuşmalar ve gelecekçi olmayan endişelerle gerçek bir “Aidiyet Hissi” yaratmamız mümkün olmayacaktır.
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmakla ilgili bir eleştiri diyebiliriz aslında bu duruma. Herkes kendine göre bir tarihi sırtlanmış aynı geleceğe doğru yol almaya çalışıyor. Böyle bir metafor hayal bile edilemeyecek kadar imkansızdır. Tarihsel gerçekleri yok sayarak kendimize yeniden tarih yazıyor gibiyiz. "Düşünüyorum, öyleyse varım!" dan hareketle varoluşun temellerini arayan Descartes'ın problematiğini çıkarlarımızdan ve hırslarımızdan sıyrılarak yeniden irdelememiz gerekiyor.
Ama ne yazık ki normalleşiyor ve normalleştiriyoruz. Çocuklarımızı ortalama ahlaki ve kültürel değerlerle beziyoruz, kendi ortalama yaşantımızın içine çekiyoruz onları ve başkalarına ait olmaları için elimizden ne gelirse yapıyoruz. Cemiyet ortamlarında sadece birbirimizi yiyoruz. Kurumlarımızı gerçek aitlik duygusu taşımayan insanlarla dolduruyor, neye ya da kime hizmet ettikleri belli olmayan yandaş kişilerin inisiyatifine bırakıyoruz kendi taleplerimizi.
Normalleşiyoruz… İlk çağlardaki insanlar kadar bile değişime ve gelişime ihtiyaç duymuyoruz. Nasılsa düşünülür, icat edilir, karar verilir, benimsenir diye kendi köşemizden izliyoruz her şeyi. Kendi içimizde yaptığımız tüm toplantılarda, söyleşilerde, konferanslarda mantık ve matematik becerileri dahilinde doğruluğu ispatlanmış, tarihin her döneminde geçerli olabilecek fikirler üretemiyoruz. Okumuyoruz ve aktar(a)mıyoruz!
İhsan Oktay Anar, ''...ilk kez öldürdüğünde bir değil, sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. Yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilmiş o bebeği öldürmüşsündür. Babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da, zavallı bir kadının kocasını da, savaşa giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da. Bütün bu kişileri öldürmüş olursun. İkinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişi öldürmüşsündür. Üçüncü kez ise kimseyi öldürmüş sayılmazsın…” cümleleri bizler için nasıl da ironik ifadeler içeriyor. Biz öldürdükçe, gömdükçe etrafımızdaki hayaletleri gerçek sanıyoruz. Ötekilere benzedikçe her cinayette olacak olan o duyarsızlaşma Çerkesya’yı geçmişte yaşadığından daha hazin bir felakete sürükleyecektir. Sürgün edilen, bazıları göç eden büyüklerimizden bize kalan anekdotlar kabul etmeliyiz ki taşıdığımız aitlik duygusunu oluşturan en önemli unsurdu. Gözlerimizin hala dolu dolu olmasını sağlayan son derece gerçek ve tazeliğini koruyan anılardı onlar. Ama yeni neslin yüreğine dokunmak için artık daha fazlasına ihtiyacımız var. İnsanoğlunun ne kadar hızla öldüğünün ve çoğaldığının muhasebesini yapacak ve gelecekçi bir çok global profesörün öngörülerine bakarsak olursak yeni dünya düzenine yepyeni ve radikal kararlarla hazır olmamız gerektiği aşikardır. Neyi, ne kadar ve niçin istediğini bilen ve elde ettiği şeyle sonrasında kimlerle ne yapacağını kurgulayan bir toplum olmalıyız. Ayrışmalı, örgütlenmeli ve artık düşünmeye başlamalıyız. Dünya gündeminde diğer diasporik milletlerin eğitime ve gelişmeye ne kadar önem verdiklerini, kendi öz benliklerini yeni nesillerde var etmek için tıpkı bir misyoner gibi çalıştıklarını izliyoruz. Çocuklarının ve gençlerinin, önce yüreklerine dokunarak mümkün olabiliyor bunlar tabi ki…
“Eğitimin kökleri acı, meyveleri tatlıdır.” Aristoteles’in oldukça düşündürücü bu aforizması içinde çok derin ve düşündürücü anlamlar taşır. İnsan eğitimi yıllar içinde sonuç alınabilecek son derece zorlu bir süreçtir. Acaba kaç tane Çerkes aile çok uzun zamandır lezzetli bir meyve yemediğinin farkında? Kaç aile köklerinin, ait olduklarının çektiği acıları gerçekten duyumsuyor hatta umursuyor? Kaç ailede, “Psem yıpe nape!”(Candan önce onur gelir!) atasözünün anlamı üzerine artık kaç dakika konuşulabilir? Yüz yıllar boyunca insanoğlu hep gerçekte kim olduğunun arayışı içinde olmuştur ve ecdatlarıyla övünmek için kanlı savaşlara zemin hazırlamıştır. Bugün bir millet olarak tanımladıklarımız için elbette ki boşuna olmamıştır bunca çaba. Çerkes’ ler artık yitirdikleri masumiyetin yanı sıra derinlere gömmeye başladıkları aidiyetlerinin de telaşına düşmeli ve kimin gerçekte “kim” olduğunu avazı çıktığı kadar söylemelidir.
Derinlikli, sağduyusu yüksek ama illa ki iyi eğitilmiş bir nesil bizi uykumuzdan uyandırabilir. Unutmayalım, uyku ölümün kardeşidir…


Selda hanım yazılarınızı daha ne kadar bekleyeceğiz?? selam ve saygılarımla
04 Eylül 2012 Salı Saat 18:28Az çoğa tabidir derler."Çerkes"in içini doldurmaya gerek yok.Az olsun "si Adığ" desin.Demeyene zorla dedirtmiyorlar.Kardeşler de kardeş ama herkes kendi derdine yanıyor. Biz Adige Xeku toparlayalım, dedem bana çok kardeşlik şarkısı öğretti, sonra beraber söyleriz.
11 Temmuz 2012 Çarşamba Saat 19:24“Ne içindesindir çemberin, ne de dışında…” ARAFTA sındır. sürgünsen.
AİDİYET?? nede güzel söylediniz Selda kardeşim. AİDİYET mutlak bir ihtiyaçtır. Bütün meselede bu yaa!
Çerkesler aidiyet duygularını henüz yitirmediler aslında. Ancak o aidiyetle ne yapacaklarını bilmiyorlar. Orasında burasından çekiştirilen ÇERKES olma duygusu gerçekte milli şuur olarak yine o topluma hizmet ediyor olmalı nomal koşullarda. Bugün adiyetle ne yapacağını seçmek günüdür artık.
Elinize sağlık ''su'' gibi makale yazmışsınız kardeşim. Toplumumuzun genç aydınlara her zamakinden çok ihitiyacı var. Tabi henüz aitlik duygusunu yitirmemiş olanlara.